Halil İbrahim BÜYÜKBAŞ

Halil İbrahim BÜYÜKBAŞ

Tüm Yazıları

1945’te Süt Tozu ile Gelen Sessiz İşgal!

07 Ağustos 2025
h4 { font-size: 24px !important; } Print Friendly and PDF

Türkiye’de, 1945 Yılına Kadar Süren İngiliz Himayesi, Bu yıldan sonra ABD işgaline dönüştü. İngiltere ile Amerika arasında devir teslim başlamıştı. İstanbul Limanı’na 1946 yılında Missouri Zırhlısı demir atmıştı. İçinden yüzlerce Amerikan Deniz Piyadesi çıkmıştı limana… Önemli misafirlerdi. Hazırlıklar tamam mıydı? Bizzat Valilik denetliyordu. Cami mahyalarına “WELCOME” tamamdı. Pul basma işi bitmişti. Gazinolar, barlar, pavyonlar denetlenmişti. O da nesi Zürafa Sokak müdavimleri kayıtsız duruyorlardı. Orada da hemen hazırlıklar yapıldı. “Joni” Şerefine pul basılmıştı, ama Zürafa sokak müdavimleri; Joniler’den ücret almamaları için sıkı sıkı tembih edildi. Belki tarihte ilkti. Genelevleri bedava olmuştu. Utanç yıllarıydı… Artık bütün kapılar açılmıştı… İşgal böyle başladı.. Namussuzluğun adı misafirperverlik olmuştu.

24 Şubat 1947 tarihinde İngiltere’nin ABD Büyükelçisi Lord Inverchapel ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’a biri Yunanistan diğeri ise Türkiye ile ilgili iki rapor sunmuştur.       

Raporlarda İngiltere’nin içinde bulunduğu iktisadi durumdan ötürü her iki ülkeye yapmakta olduğu ekonomik ve askeri yardımı devam ettiremeyeceği bildirilmiş ve bu yükün ABD tarafından üstlenilmesi talep edilmiştir. Yunanistan ve Türkiye…

Marshall Planı ya da Yardımı; II. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konmuş ABD kaynaklı, antikomünist hedefleri olan ‘sözde’ ekonomik yardım paketidir. 16 ülke, bu plan uyarınca ABD'den sözde ekonomik kalkınma yardımı almıştır. Ama hiçbiri Türkiye gibi her yönü ile işgal edilmemiştir.

ABD’de askeri yardım programının başında bulunan Tümgeneral Olmsted, "askeri yardım programı bir ‘hayır işi’ değildir" derken Truman Doktrini ile ilgili Senatör Wiley, "dünya savaşında savaşın ‘Amerikan kıyılarında veya Amerika’da yaşanmayacağının’ garanti altına alınacağını" beyan ediyor. Bu bir yardım değildi, “Havuç sopa” ilişkisi idi. Yani dünya savaşı çıkacaksa başka yerlerde çıksın, çıkaralım, insan ölecekse başkasının askerleri ölsün Siyonist düşüncesi…

Her şey bu kutu ile başladı.

-Her şey bir süt tozu kutusuyla başladı. Hiçbiri yardım değildi.

-Oltaya takılmış yemdi.

-Bedelinin kat kat fazlasını geri aldılar. Başka nelerimizi aldılar, saymakla bitmez.

-O zamandan başlayıp yetiştirdikleri satılmışları yönetim kademelerine getirip etkilerini hiç eksiltmediler.

-Halen bedelini hem biz hem bu coğrafyadaki bütün İslam Alemi, canlarıyla, kanlarıyla, mallarıyla ödüyorlar.

Neler Çıkmadı ki bu süt tozu kutusundan, adeta pandoranın kutusu açılmıştı.

-Marshall Yardımı adıyla verilen ne olduğu belirsiz peynir ve süt tozu yardımları,

-Hurda askeri silah ve teçhizat,

-Barış Gönüllüleri adı altında CIA ajanları,

-Köy enstitülerinin ve fabrikaların kapatılması, sanayiinin kapılarına kilit vurulması,

-FULBRIGHT ile Milli Eğitim yerine sömürge zihniyeti ve teslimiyet eğitimi,

-Amerikan Emperyalizminin kurumlarıyla ülkeye yerleşmesi, teslim alması,

-Türkiye’nin soğuk savaş arenası haline getirilmesi,

-Kore'ye ABD askeri yerine, ölmesi için Türk Askerinin gönderilmesi,

-Cemaatlere tarikatlara Haşhaşinlerin ve Lavrens'lerin yerleştirilmesi,

-İç Çatışmalar, Sağ-Sol Kavgası,

O yıllarda ülkeyi yöneten siyasiler ise; İngiliz Kraliyet Gemisi’nden inip, Amerikan Kayığına binmeye çok meraklılardı. Dostluk pulları basılıyor, övgüler diziyorlar, adeta gelin gelin işgal edin ruh halindeydiler…

İlk olarak Ankara'da JAMMAT kuruldu. Yani Amerikan Askerî Yardım Kurulu. Adı yardım heyetiydi. Ama bu heyet öyle bir yapı kurdu ki; emir alan değil, emir veren hâle geldi. Başında ABD'nin Ankara Büyükelçisi bulunuyordu…  Ankara İzmir Caddesine öyle bir kuruldular ki, orası sanki küçük Amerika idi. Şimdiki İzmir Caddesi’ndeki Amerikan Pasajı Askeri kantinleriydi. Sıhhiye Orduevi’nin hemen yanındaki bina Amerikan subay kulübü olmuştu… Esad semti Amerikan Astsubaylarının mekânı, Kuğulu Park Amerikan subaylarının oyun parkıydı. 

Öyle büyüdüler ki, 1957’de JAMMA;  JUSMMAT oldu ve Ankara’nın Balgat Semtine taşındılar. Orada okulları, kiliseleri ve birçok sosyal tesis adı altında yapıları vardı. Sadece Ankara ile sınırlı kalmamışlar kısa sürede Türkiye'nin, 27 ayrı mevkiinde ABD Askeri Üslerini kısa sürede kurmuşlardı. 

Bu arada 1945'te Türkiye'ye gelen “askeri danışman” adı altındaki Amerikalılar boş durmuyordu. Türk Ordusuna el atmışlar, M.Ö 209'dan beri onluk sistem ile hareket eden Türk Ordusunu gerilla Ordusuna dönüştürmeye başlamışlar. ABD, Türk Ordusunu düzenli bir ordu gibi eğitmek yerine, ‘Gerilla Eğitimi’ vermeye başlamıştı. Çankırı’ya Gerilla Eğitim Okulu açmış. Baş eğitmen olarak D’Elisciu adında bir sapkın vermişler o da resmen Türk Askerlerine işkence ediyordu. Bu asker arasında hoşnutsuzluk yaratmıştı. Ama emir büyük yerdendi. İsmet İnönü pulun üzerindeki dostuna bunu nasıl söylerdi. Pulun adı dostluk pulu, fiyatı “3 Kuruş” idi.

ABD Sanki Örgüt Eğitiyordu” Türk Ordusu savaş zamanı gerilla güçlerini teşkilatlandırmak amacıyla sivillerden oluşmuş üç avcı grubuna ayrılmıştı.

“Neden Gerilla Eğitimi?” Kimse anlam vermemişti.

Amerika’nın Libya aşkı yeni değil!

Stratejik ortağımız ABD, Pasinler’den İskenderun’a ve Çatalca’dan İskenderun’a yol yapar.

“Bu yol zafer yolu değil, kaçış yoluydu.”

880 km uzunluğunda ve 9 metre genişliğindeki karayolunun yapımına 1948’in Nisan ayında başlanmıştır. Halen bu yol kullanılıyor.

1952 yılında Konya 2.Ordu Karargâhında Amerikalılar ile ortak plan tatbikatı yapılır.

"Plan Tatbikatında" Amerikalı general yaptıkları tatbikat planını Türk Subaylara anlatırken; "Arkadaşlar Ruslar iki koldan Anadolu’ya girecek, Batıda İstanbul Çatalca'dan, Doğuda ise Erzurum Pasinler'den Türk birlikleri gerilla taktiği uygulayacak, “vur kaç” taktiği ile Konya'ya kadar çekileceksiniz. Geri kalan askerler Konya'da 2.Orduya katılacak. Toroslar asıl savunma hattınız. Amacımız Rusları Toroslardan geçirmemek, İskenderun Körfezini savunmak" demişti. Türk Subayları buna karşı çıkmış, Türk Halkı ne olacak diye sorunca, Amerikalı ağzındaki baklayı çıkarır. Siz merak etmeyin, Anadolu’da yaşayan halkı “Libya'ya taşıyacağız” demişti. Toplantıyı protesto eden Türk heyeti salonu terk eder…

Tatbikat başlamadan biter. 

Diğer bir anlatımla; Amerikalıların dikte ettiği Erzurum-Pasinler, Trakya-Çatalca’dan başlayıp adım adım Konya’nın Güneyi-Toroslara kadar çekilecek Türk Ordusu, Toroslar’da asıl savunma hattını kuracak ve İskenderun Körfezini savunacaktı.

Bu plan, Türkiye’deki üst düzey siyasi otorite tarafından ivedilikle olumlu karşılamış, fakat bu durum subay heyetini rahatsız etmiştir. Askerler “3 Kuruluşluk pulun” hatırını bilmiyordu.

Asıl savunmanın Torosların güneyinde yapılacak olması ve bunun için de memleketin kalan kısmının kademeli bir şekilde geri çekilerek düşman askerlerinin istilasına bırakılması subaylar arasında büyük bir rahatsızlık yaratmıştı.

Amerikalılara göre Türk Ordusu, Boğazlardan, Karadeniz’den veya Kafkaslardan gelebilecek bir Sovyet saldırısına bu hatlarda uzun süre dayanamayacak, kademeli şekilde Torosların güneyine çekilerek İskenderun Limanı’nın bulunduğu sahada bir savunma hattı kuracaktı.

Her şey tamamdı. Fakat Rusya oyuna gelip savaşa girmemişti. Amerikan planında bir eksik vardı. O da Türkiye ile savaşacak bir düşman ülke… Yani plan çökmüştü… Rusları ikna edemedi. Tıpkı 15 Temmuz öncesi Türkiye-Rusya savaşı çıkarabilme çabaları gibi değil mi?

Anadolu’yu Türk’süzleştirmek!

 

Amerikan Askeri Yardım Kurulu da Türk Ordusunun temel misyonunu ülke sınırları içerisinde savunma harbi uygulamak olarak nitelendirmiştir. Torosların güneyindeki “hat’a” çekilmeyi öngören savunma stratejisinde ABD için asıl olan; İskenderun Körfezi'ni tutmak, Orta Doğu petrolü ve Arz-ı Mev’ud idi. Toroslarda güvenlik Hattı oluşturacaktı. ABD’nin asıl hedefi ise Anadolu’yu Türk’süzleştirmek idi.

-Kendileri Ankara’nın göbeğine karargah kuran Amerikalılar, Türkleri Libya’ya Taşıyacaktı!

Şimdi Anladınız mı? Trump'ın Filistinlileri Libya'ya taşıyalım demesini...

O zaman Türkleri Anadolu’dan Libya'ya taşıma sevdasında olan Amerika, şimdi Filistin için aynı sevda peşinde... 1952 yılında Anadolu’yu Türk’süzleştirmek isteyenler, şimdi Filistin'i, Müslüman’sızlaştırma çabası içinde... 

Gelelim 1950’lere; askerimiz için hangi iyilikleri düşünüyordu iyiliksever Amerika(!)

II. Dünya Savaşı’nın ABD’ye maliyetinin 330.000.000.000 dolar olduğu düşünüldüğünde farklı coğrafyalardaki müttefik orduların tamamına her sene bu miktarın %3’üne denk gelen bir yardımda bulunulması ABD’nin yaşanması muhtemel bir dünya savaşından en az zararla çıkması için girişilen bir yatırımdı…

General George Olmsted’e göre; yardımlar, Amerikalıların hayatının korunması için her sene ödenmesi gereken %3’lük bir sigorta primi.. Bunun karşılığında savaş Amerika’nın dışında olmalıydı. Amerikan askerleri yerine vekil askerler Amerika adına savaşıp ölmeliydi. İşte burada oyun başlıyordu. Aslında bu yardım değildi. Yardım karşılık beklemeksizin yapılan iyiliktir. Bu düpedüz aldatmacaydı.

O yıllarda ABD'nin Ankara Büyükelçiliği Türk Ordusunu inceleyip, Türk askerinin günlük maliyetinin 23 Cent olduğunu, ABD askerinin ise 6 Dolar olduğunu, ABD Dışişleri Bakanlığına rapor ederek, Kore’de Türk Askerini savaştıralım der...  Türk halkına, Rusya korkusu faş ediliyor. Avrupa’daki gazetelere yalan haberler yaptırılıyor…  Öyle ya; o zamanlar sosyal medya ve paralı trolleri yok… Her zamanki gibi satın alınabilen basın var. Radyolar var… Siyasi yöneticiler var. 

Rusya savaşa ikna edilemedi…

Amerikan Yalanları! Tıpkı Irak’ta Kimyasal silah var yalanı gibi… Geçmişte de yalancıymış!

 

Rusların Verdiği Cevap bizim öyle bir talebimiz yok, Kars, Ardahan ve Batum’dan biz kendimiz çekildik derler ama… Kim Dinler! Ruslar yalanlıyor. Bizim öyle bir gündemimiz yok diyorlar… Amerikalılar; Ruslar’ın adına da düşünüyor. Algıları yönetiyorlar.

O sıralarda İstanbul’a gelen Hitlerin kara propaganda bakanı Joseph Goebbels bile bu yalana inanıyor.

 

İşte burada ABD’nin sopadan sonraki havucu görünür…

Bu komünist Ruslar sizden Kars, Ardahan ve Boğazları istiyorlar… Siz bundan NATO’ya girerek kurtulabilirsiniz derler. Havuç NATO ise; sopa Ruslar…

Ama havucun bir fiyatı var; o da 23 Cent…  Hani şu; Türk askerinin günlük maliyetinin 23 Cent olduğunu, ABD askerinin ise 6 Dolar olduğunu raporlamışlardı ya… Kore Savaş’ın da 6 Dolarlık asker pahalı olurdu, yerine 23 Cent’lik Türk Askeri savaşmalıydı, Amerikalı yerine Türk Askeri ölmeliydi… Siyasi ortam çok uygundu askerin sözüne bakılmadı. Hemen kabul edildi. O zaman halkın ne dediği de önemli değildi.

Türkiye, ABD’nin yanında yer alarak ve Kore'ye asker gönderme kararı verecek, NATO'ya girebilmek için komünizme karşı verilen bu savaşta yer almış olacaktı.  Ne gerekçeydi be… Daha durun o tarihlerde Türkiye’de komünist yoktu. Amerika sonra getirdi. Pardon sonra yetiştirdi. Finalde onu da anlatacağım.

Kore’ye asker gönderilmesine karşı kamuoyu o kadar manipüle edilmişti ki, bazı çatlak seslerin haricinde herkes suskundu. Nede olsa “komünizme karşı savaşıyorduk.”

Bu seslerden biri Nazım Hikmet’ti!

Nazım Hikmet işte o zaman "23 Cent'lik Asker" şiirini yazmıştı: Amerikan Dışişleri Bakanı’na hitap ediyordu Nazım Hikmet;

23 Sentlik Asker;
Mister Dalles,
Sizden saklamak olmaz,
Hayat pahalı biraz bizim memlekette.
Mesela iki yüz gram et alabilirsiniz,
Koyun eti,
Ankara'da 23 sente, yahut iki kilo kuru soğan,
Yahut bir kilodan biraz fazla mercimek,
Elli santim kefen bezi yahut,
Yahut da bir aylığına
Yirmi yaşlarında bir tane insan... Evet, bir aylığına 20 yaşında, bir asker. Hem de “Joni’nin” yerine ölecek bir asker.

Kısacası Nazım Hikmet Mehmetçik’in kanı bu kadar ucuz mu diye soruyordu? Tabii ki, "Stratejik Ortağımızı” sorgulamak kimin haddineydi? Nazım Hikmet soluğu Ulucanlar Cezaevi'nde almıştı. Halen daha düşünürüm, Mehmetçik'in Kore'de ne işi vardı…

 

Amerika’nın verdiği askeri Araçların bakım ve benzin parası, Milli Savunma Bakanlığı’nın harcamalarını üç katına çıkarmıştı. Bedava sirke baldan tatlıydı ama sonu kötü olmuştu.

“Yemi veren, emri de verir”

Ordunun teçhizatı Amerikan malıydı. Bölük komutanları Amerikan mallarının listesini ayrı tutuyorlardı. Çünkü Amerikalılar, hepsinin hesabını soruyorlardı. Bir saraç iğnesi kaybolsa ortalık karışıyordu. Kaybolan herhangi bir malzeme Amerikan malı olduğundan yerine yenisini de koyamıyorlardı.

Erler, patlak çizmelerinin içine Amerikan çoraplarını giyemiyorlardı. Giymeye kalktıklarında da iki günde çoraplar paramparça oluyordu. Onların daha kalın, daha dayanıklı çoraplara gereksinimleri vardı. Amerikan yardımı çoraplar eskidiğinde, Amerikalı subaylara hesap vermek için konçları saklanıyordu. Depo, kullanılamaz malzemelerle doluydu.  Üstelik Amerikalı bir çavuş geliyor, albay rütbesindeki subaya, kimi zaman kapısını tekmeyle açarak girip hesap sorabiliyordu.

ABD’den gelen araçların hepsi kullanılmıştı, iki senede bir yenilenmek şartıyla verilmişti. Alış fiyatı takriben 7000 dolar tutan bir askeri kamyonun 1200 dolar tutarındaki her bir yenilenme masrafları da dikkate alındığında devlete maliyetin 10600 dolar…

Özellikle yedek parçaların maliyetleri dolayısıyla artan bakım masrafları Türkiye’nin askeri harcamalarını tırmandırırken yardım programıyla orduda yaşanan dönüşümün ekonomide ağır tahribatlar oluşturacak bir diğer yönü ise petrol tüketimini gösteren rakamlarla ortaya çıkacaktır... Aslında bir yardım planı değil bir sömürü planıydı.

Sadece Ordu’nun değil, Milli Eğitim’in de anahtarı ABD’ye verilmişti.

27 Aralık 1949'da ise Türkiye tarafından onaylanan “Fulbright Anlaşması”, ile artık Adı milli olan eğitimimizde, sadece millilik “Milli” Eğitim Bakanlığı’nın, “milli’sinde kalmıştı…

O da yetmedi sanayinin de anahtarı Amerika’ya teslim edildi.

"1940'lı yıllarda dünyaya uçak ihraç eden 5 ülkeden birisiydik.”

Bir Ülkenin Anahtarı Teslim Edildi!

“1940’lı yıllarda dünyaya uçak satan 5 ülkeden biriydik!”

Sonra ne mi oldu?

 1949’da Hava Kuvvetleri Komutanı, Türk Hava Kurumu’na şu sözlerle sipariş vermedi:

“Amerikan yardımından bedava uçak alırken, size para verirsem millet beni asar.”

Ve işte o gün…
Türk uçak fabrikalarının kapısına kilit vuruldu!
-Yerli gökler, Amerikan motorlarının homurtusuna teslim edildi! Nuri Demirağ’ın Uçak Fabrikası kapatıldı.
Şakir Zümre’nin Mühimmat Fabrikası susturuldu.
Nuri Killigil’in Silah Fabrikası havaya uçuruldu – cesedi bile bulunamadı!

Marshall Yardımı adı altında un, süt tozu, hurda uçaklar gönderildi.
Ama asıl “yardım”, Türk sanayisinin anahtarını Amerikan emperyalizmine teslim etmekti!

Türkiye Cumhuriyeti’nde İnönü ile başlayan değişimden pullar da nasibini almış. İnönü, ABD’lilerin hatırasına pullar bastırmıştı.

İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün, pullar üzerinden ABD’ye jesti; Washington ile Atatürk’ü, kendisiyle de Roosevelt’i yan yana koyarak, ABD hayranlığını bir üst seviyeye taşır.

O zamanlar manzara şu idi;

“Buyur Franklin, hem anahtarı hem kilidi getirdim...”

İsmet Paşa’nın yüzündeki gururlu tebessümle uzattığı o anahtar, bir evin değil; ordunun, ekonominin, eğitimin, hatta zihniyetin kapısını açıyordu.

Roosevelt ise tok bir Amerikan gülümsemesiyle karşılık veriyordu:

“Thank you İsmet... Geriye sadece halkınızı ikna etmek kaldı.”

Pulun üstündeki harita tesadüf değildi; zira yön artık Batı’ydı, kıble Pentagon’du.

Çünkü biz o gün sadece üretimi değil, geleceği de teslim ettik.

Bu kadarı ile de kalınmadı. Tarım da Amerikalı dostlarımıza teslimdi.

Ama tereyağı, zeytinyağı, esmer ekmek, pamuk, basma giyinmek... Sakıncalıydı! Hatta bunun için “Zeytinyağlı yiyemem aman, basma da fistan giyemem aman…” türküsü siparişle yazılmıştı! Zeytin ağaçları kesilip "zeytin kömürü" yapılıp İspanya'ya satılıyordu. İyide para ediyordu... Hiç düşündünüz mü İspanya bu kömürleri niye alıyordu? Hiç... Çünkü karayolu yapımında dolgu malzemesi olarak kullanıyordu. Bu gerçekti… İyi dolgu malzemesi olduğundan değil... Çünkü İspanya'nın zeytin üretiminde en büyük rakibi Türkiye idi… 

Ama İspanya'da zeytinyağı zararlı değildi! Onların radyolarında "zeytinyağlı yiyemem aman..." türküleri çalmıyor. Radyolarda yazılı basında zeytinyağının zararlarını anlatan sözde bilim adamları yoktu... Radyo reklamlarında "dök dök ye, sür sür ye Vita yağı ye" reklamları da yoktu. 

Ama bizde hepsi vardı... 

İtina ile Komünist Yetiştirilir!

Artık Amerikalıların karargâhı Balgat JUSMMAT olmuştu. Ondan sonra da Türkiye'nin başı dertten kurtulmamıştı. Tam bir fitne yuvasıydı... 

Truva Ankara’da: American High School

1957 yılında Ankara’nın Balgat semtinde bir okul açıldı: American High School.

Kuruluş yılına bakın, ismine bakın ve sonra şu isme dikkat edin: Trojans.

Trojans, yani Truva Atları. Okulun takım adıydı bu. Ama esas Truva o okulun kendisiydi.

İçeride Methodist (Mesih) dualar okunuyordu. Pencerelerden yükselen ilahiler, Lenin’in portresiyle aynı duvarda birleşiyordu. Ne alaka diye soruyorsunuz değil mi?

Biz de sorduk… Ama cevap yoktu. Evet, yanlış duymadınız:

Duvarda Lenin posterleri, sınıflarda komünist marşlar çalınıyordu.

Ama okulu açan Ruslar değildi. Öğretmenler Rus değildi.

Hepsi Amerikalıydı. Ve birçoğu CIA ajanıydı.

Hani Amerika Türkiye’ye komünizmle mücadele için gelmişti?

Amerika Türkiye’ye komünizmle mücadele için gelmişti de Türkiye’de komünist yoktu.

Hani Komünizmle Mücadele Dernekleri kurmuşlardı? Birçok büyüğümden benzer anılar dinledim Bunlardan birini de Kıymetli İş İnsanı Hasan Çapan’dan dinleyelim:

“Kilis'te 14, 15 yaşlarındaydım. Bir gün dernekte seçim olmuştu. Beni başkan seçmişlerdi. Sevinçle eve gittim. Anneme seslenerek, "anne, anne başkan oldum," "oğlum ne başkanı dedi." Anne "Komünizm ile Mücadele" dedim. Ninem oradan seslendi "oğlum Kilis'te komünist mi var?" Yıl 1965 hakikaten hiç duymamıştım. Hatta komünistin ne olduğunu da bilmiyordum. Çok gecikmedi beş yıl sonra "komünistler" de gelmişti...”

Çünkü Barış Gönüllüleri ancak yetiştirilmişti. Önce "Komünizm ile Mücadele Derneği" kur… Sonra da komünist yetiştiren okullar... Zor yıllardı, o yıllar... 

Evet, kurmuşlardı da… Türkiye’de komünist mi vardı?

Yoktu. Ama nifak için gerekiyordu. Çünkü Türkiye'nin en büyük komşusu SSCB-Rusya komünistti. Türkiye; Avrasya’dan uzak durmalı, Rusya ve Çin ile ilişki kurmamalıydı... 

Zira artık kıble; Washington'du.

İşte Amerika, ihtiyacı olan komünisti kendi elleriyle yetiştiriyordu.

“Kahrolsun Amerika!” diye slogan atan gençler, bizzat Amerikan burslarıyla eğitilmişti.

Barış Gönüllüleri'nin anlattığı İngilizce dersiyle büyümüşlerdi.

İşte bu, işgalin en çelişkili hâliydi.

Vietnam Kasabı Ankara’da… Robert Commer…

Nam-ı diğer Vietnam Kasabı.

Amerika’nın Vietnam’da binlerce sivilin ölümünden sorumlu olan bu adam, 1960’ların sonunda Türkiye’ye büyükelçi olarak atandı. Ayağının tozuyla Ankara’ya geldi ve ilk ziyareti nereye yaptı dersiniz? ODTÜ’ye. Evet, ODTÜ. O zamanlar, Amerikan parasıyla kurulmuş, hocaları CIA bağlantılı olan üniversite… Ama Commer ODTÜ’ye adımını attığında, onu kendi yetiştirdiği öğrenciler karşıladı. Ellerinde Amerikan bayrakları ile karşılamadılar. Ellerinde Orak Çekişli flamalar vardı.

Ne dediler? “Kahrolsun Amerika!” Ve aracını yaktılar.

Amerika, kendi düşmanını kendi elleriyle yaratmıştı.

Bu bir plan mıydı, bir çelişki mi?

Belki de hem plan hem de trajik bir komedi…

Barış Gönüllüsü mü? Gönüllü Ajan mı?

1961’de köylere inen Amerikalılar vardı. Adlarına “Barış Gönüllüsü” dendi. Köylere kitap götürdüler, çocuklarla oynadılar, halkla kaynaştılar. Ama geceleri köyün en yüksek tepesinden telsizle birilerini arıyorlardı. Her konuşmaları not alınıyor, her sohbet bir rapora dönüşüyordu.

Ve Anadolu, bu sessiz işgalin farkında bile değildi.

Çünkü bu toprakların bir özelliği vardır:

Misafiri sever, ona hürmet eder.

Ama bu misafir, artık ev sahibini yönetmeye başlamıştı.

Biz gözümüzü açtığımızda ise;

Afrika'da yaptıkları gibi bizlere de gözlerimizi kapattırarak, 'savaşsız dünya, lider ülke Türkiye, modern ülke Türkiye, Avrupa'ya tam üye olacak Türkiye, refah ülkesi Türkiye' vs.  (sık sık devamlı okunması gereken şey) ezberlettiler. Devleti yönetenler ve millet onlarca yıldır bu ezberi gözü kapalı okuyorlardı. Bir de gözümüzü açtık ki ortada dost dediği ABD tarafından sırtından vurulmuş Türkiye.  Ekonomisi batmış Türkiye. Milleti bütün değerlerinden koparılmış Türkiye. Yer altı ve yerüstü zenginlikleri sömürülmüş, fabrikaları kapatılmış Türkiye.   Öyle olmadık mı?

Sizleri merhum Recai Kutan’ın sözleri ile veda etmek istiyorum.

"1965 yılında GAP bölge koordinatörü iken, Diyarbakır’a 2685 tane ABD barış gönüllüsü geldi. Savaş olmayan yerde barış gönüllüsü ne yapar diye düşündüm. 2 yıl Diyarbakır’da kaldıktan sonra bölgeden ayrıldılar. 1969 yılında PKK kurulduğunu açıkladı ve 1974 yılında silahlı eylemlerine başladı. Anladık ki 1965-1967 yılları arasında ABD barış gönüllüleri o bölgenin halkını nasıl ayrıştırırız diye araştırmışlar."

M. Recai KUTAN

ABD önce kendi teröristini getirir, mücadele ediyorum diye ülkeyi harabeye çevirir… Sonra teröristini de alır gider… Geride milyonlarca ölü, gözyaşı ve yıkılmış bir ülke bırakarak…

 

 

(E)Tuğg. Halil İbrahim BÜYÜKBAŞ

 

 

 

 

Tüm hakları SDE'ye aittir.
Yazılım & Tasarım OMEDYA