Halil İbrahim BÜYÜKBAŞ
Tüm YazılarıBir sabah uyanıyorsunuz… Manşetlerde şu cümle dolaşıyor: “Türkiye yeni İran’dır.”
Bu bir benzetme değildir.
Bu bir uyarı da değildir.
Bu, açık bir hedef göstermedir.
Bu tür manşetler, artık sıradan bir medya dili olarak okunamaz. Çünkü İsrail merkezli yayın organlarında, özellikle Israel Hayom ve bazı Amerikan çevrelerinin sözcülüğünü yapan kalemlerde, Türkiye’nin nükleer enerji hamlesi açıkça tehdit diliyle ele alınmaktadır. Akkuyu Nükleer Güç Santrali, sıradan bir enerji yatırımı olarak değil; siyasi, askeri ve siber bir hedef olarak konumlandırılmaktadır.
Ancak şu gerçek özellikle vurgulanmalıdır: Ne İsrail’in ne de başka bir ülkenin, Türkiye’nin nükleer tesislerine yönelik doğrudan bir fiziki müdahaleye kalkışması mümkün değildir.
Vekil unsurlar ve dolaylı girişimler hariç…
Çünkü bu coğrafyada atılan her merminin, gönderilen her füzenin, yönlendirilen her uçan cismin izi sürülür.
Ve Türk Devleti açısından bunun karşılığı, saldırıyı gerçekleştiren hasım ülke için bir beka sorununa dönüşür.
Tam da bu nedenle asıl ve en büyük tehlike, fiziksel saldırı değil; sessiz, iz bırakmayan, inkâr edilebilir yöntemlerdir.
Yani siber saldırı ve sabotajdır.
Mevzu yeni başlıyor!
Geçtiğimiz günlerde Pentagon’un kötü çocuğu iflah olmaz Türk düşmanı, Michael Rubin, İsrail’e açıkça “Akkuyu Nükleer Santrali bombalanmalı” çağrısında bulunmuştur. Bu ifade; uluslararası hukuku, nükleer güvenliğin evrensel kırmızı çizgilerini ve devlet egemenliğini açıkça hiçe saymaktadır.
Ancak burada durup düşünmek gerekir.
Rubin, fiziksel saldırıyı bağırarak dillendirirken, neden siber saldırıdan tek kelime etmemektedir?
Bu bir unutkanlık değildir.
Bu bir cehalet değildir.
Bu bilinçli bir tercihti.
Bir Algı Operasyonunun Anatomisi
Siyonistlerin “Türkiye Yeni İran’dır” Söylemi
İsrail güvenlik doktrininde “İranlaştırma” diye bir kavram vardır.
Bu kavram, hedef alınan ülkeyi uluslararası kamuoyunda meşruiyetsizleştirmek ve müdahaleye hazır hale getirmek için kullanılır. Süreç üç aşamada ilerler:
1- Tehdit Etiketleme
“Bölgeyi istikrarsızlaştıran aktör”
2- Niyet Atfetme
“Nükleer silah peşinde”
3- Önleyici Müdahaleyi Meşrulaştırma
Siber saldırı, sabotaj, baskı, gerekirse vurma
Bugün Türkiye için kurulan dil, İran için yıllar önce kurulan dilin neredeyse aynısıdır.
Michael Rubin gibi isimlerin “İsrail Türkiye’nin nükleer santraline saldırmalı mı?” sorusunu yüksek sesle sorması, bu sürecin artık teorik olmadığını göstermektedir. Bu, kamuoyunu müdahaleye hazırlama sürecidir.
Akkuyu Neden Hedefte?
Çünkü Akkuyu:
Bu nedenle Akkuyu yalnızca bir santral değildir; aynı zamanda bir egemenlik sembolüdür.
Nükleer santral demek; sadece elektrik demek değildir.
Nükleer santral;
– şehirlerin ışığı,
– sanayinin çarkı,
– suyun pompalanması,
– savunma altyapısının sürekliliği
demektir.
Ve tam da bu yüzden hibrit savaşın birincil hedefidir.
“Uranyum Zenginleştirme” Yalanı ve Büyük İkiyüzlülük
Israel Hayom ve benzeri çevrelerin en sık kullandığı argüman şudur:
“Türkiye uranyum zenginleştirmek istiyor, bu nükleer silah demektir.”
Bu iddia bilimsel olarak yanlıştır, hukuken yanlıştır, ahlaken ise tam bir çarpıtmadır.
Gerçekler nettir:
Peki bu iddiayı dillendirenler?
Yani ortada net bir tablo vardır: Denetlenmeyen, denetlenen ülkeyi suçlamaktadır.
Dünya Kötü Örneklerle Dolu! “Olmazlar” Oldu!
Bir dönem nükleer tesislere yönelik saldırı ihtimali konuşulduğunda, bu senaryolar “abartı”, “komplo” ya da “teorik tartışma” olarak görülüyordu.
Bugün ise artık şunu net biçimde biliyoruz:
“Olmaz” denilen ne varsa, oldu.
Modern dünyada nükleer tesisler ve kritik altyapılar, yalnızca savaş zamanlarında değil; barış dönemlerinde dahi sessiz saldırıların hedefi hâline gelmiştir. Üstelik bu saldırıların çoğu, klasik anlamda bir savaş ilanı ya da açık bir düşmanlık görüntüsü taşımamaktadır.
Bunun en çarpıcı örneği Stuxnet saldırısıdır.
İran’daki Natanz nükleer tesisini hedef alan bu saldırı, tarihte ilk kez bir siber operasyonun fiziksel hasara yol açabileceğini göstermiştir. Santrifüjler kendi kendini imha etmiş, sistemler “arıza” gibi görünen bir süreçle devre dışı bırakılmıştır. O güne kadar “bilgisayar virüsü” olarak görülen siber araçlar, bu saldırıyla birlikte stratejik silah statüsüne yükselmiştir.
Benzer bir tablo Ukrayna örneğinde de yaşanmıştır.
Ülkenin elektrik altyapısı, siber saldırılarla defalarca karartılmış; şehirler soğukta ve karanlıkta bırakılmıştır. Burada amaç yalnızca elektriği kesmek değil; toplumsal düzeni bozmak, devlete olan güveni sarsmak ve psikolojik üstünlük sağlamaktır. Enerji altyapısına yapılan saldırı, doğrudan toplumun günlük hayatını hedef almıştır.
Daha da ürkütücü olan ise TRITON/TRISIS vakasıdır. 2017 yılında Suudi Arabistan’da bir petrokimya tesisinde ortaya çıkarılan, endüstriyel emniyet sistemlerini (SIS – Safety Instrumented Systems) hedef alan dünyadaki ilk bilinen siber saldırıdır.
Bu saldırı, nükleer ve petrokimya tesislerinde bulunan emniyet sistemlerini (SIS) hedef almıştır. Yani yalnızca üretimi durdurmak değil; kazaları önlemek için tasarlanmış son güvenlik kalkanını devre dışı bırakmak amaçlanmıştır. Bu, siber savaşta yeni bir eşiğin aşıldığını göstermektedir:
Artık hedef yalnızca sistemler değil, insan hayatıdır.
Tüm bu örneklerin ortak bir noktası vardır: Hiçbiri ilk başta “saldırı” gibi görünmemiştir.
Hepsi “teknik arıza”, “operasyonel hata”, “uyumsuz güncelleme” gibi gerekçelerle açıklanmaya çalışılmıştır.
Ancak geriye dönüp bakıldığında ortaya çıkan gerçek şudur: Kritik altyapılar, özellikle de nükleer tesisler, hibrit savaşın merkezine yerleşmiştir.
Bu nedenle bugün “nükleer santrale siber saldırı olur mu?” sorusu artık saf bir soru değildir. Asıl soru şudur: Ne zaman, hangi yöntemle ve hangi zafiyet üzerinden olur?
Çünkü dünya tecrübesi bize açıkça şunu öğretmiştir: Nükleer güvenlik yalnızca betonla, tel örgüyle, silahla sağlanamaz.
Asıl savunma hattı, görünmeyen dijital cephede kurulmak zorundadır.
Ve ihmal edilen her siber zafiyet, yarının “nasıl oldu da oldu?” cümlesine dönüşür.
Olmazsa Olmaz Siber Güvenlik Tedbirleri
Nükleer santrallerde güvenlik, “olsa iyi olur” başlığı altında değerlendirilemez.
Burada alınmayan her tedbir, potansiyel bir felaket senaryosudur.
Bu nedenle aşağıdaki maddeler tercih değil, zorunluluktur.
1- Yerli ve Milli Bilişim Altyapısı
Bir nükleer santralde kullanılan her yazılım, her donanım ve her ağ bileşeni devletin egemenlik alanıdır.
Kaynak kodu bilinmeyen, güncellemesi dışarıdan gelen, uzaktan erişim barındıran sistemler; santrali sahibinden çok üreticisine bağlı hale getirir.
Bu nedenle:
Unutulmamalıdır: Sistemi sen yapmadıysan, kriz anında onu sen kontrol edemezsin.
2- “Dost Görünen Düşman” Prensibi
Günümüz dünyasında tehditler sadece “açık düşmanlardan” gelmez.
Bugün dost görünen, yarın siyasi veya askeri olarak karşı cephede yer alabilecek aktörler vardır.
Bu yüzden:
Bu bir ideolojik tercih değil, soğukkanlı bir risk yönetimidir.
3- Gerçek Air-Gap (Hava Boşluğu) Disiplini
Air-gap, “internet kapalı” demek değildir.
Gerçek air-gap, fiziksel ve mantıksal kopukluk demektir.
Bunun anlamı şudur:
Stuxnet örneği göstermiştir ki; hava boşluğu kağıt üzerinde varsa, saldırı da kapıdan girer.
4-Emniyet Sistemlerinin Ayrıcalıklı Korunması
Nükleer santrallerde emniyet sistemleri (SIS), tesisin son güvenlik kalkanıdır. Bu sistemlerin hedef alınması, doğrudan felaket senaryosu demektir.
Bu nedenle:
Emniyet sistemi, siber olarak susturulmuş bir santral, savunmasız bir santraldir.
5- Personel Güvenliği ve Sürekli Eğitim
En gelişmiş sistemler bile, insan hatasıyla devre dışı kalabilir. Bu nedenle personel, güvenlik zincirinin en kritik halkasıdır.
Yapılması gerekenler:
Unutulmamalıdır: Bir personelin yaptığı tek hata, bir ülkenin karanlığa gömülmesine neden olabilir.
6- Santral Sahasında Ticari Faaliyetlere Kesin Yasak
Nükleer santral sahası, ticari kazanç alanı değildir. Enerji ucuz diye:
kesinlikle yasaklanmalıdır.
Bu tür faaliyetler:
Nükleer saha, yalnızca nükleer emniyet içindir.
Tarihsel Tecrübe, Neden Şüpheciyiz?
Unutma!
Geçmişte yapan yine yapar!
Çünkü bu ülke, güvenin nasıl istismar edildiğini bizzat yaşayarak öğrenmiş bir ülkedir. Şüphecilik bizim için bir refleks değil; tecrübeyle kazanılmış bir devlet hafızasıdır.
Türkiye, parasını peşin ödediği halde savaş uçaklarını alamayan bir ülkedir. Müttefiklik hukukuna, imzalanmış sözleşmelere ve uluslararası teamüllere rağmen, bedeli ödenmiş sistemlerin nasıl siyasi gerekçelerle teslim edilmediğini görmüştür.
Bakım sözleşmesi yapılmış, parası yatırılmış, kullanım hakkı hukuken garanti altına alınmış cihazların tek bir siyasi kararla nasıl “askıya alındığını” da bu ülke tecrübe etmiştir.
CAATSA yaptırımları, müttefikliğin çıkar çatışması karşısında nasıl buharlaştığının açık göstergesidir.
Ancak mesele yalnızca uçaklar ya da ambargolar değildir.
Daha derin, daha sarsıcı bir tecrübe vardır: Bu ülke, Aroflex adı altında satılan kripto cihazlarla “ÇOK GİZLİ” gizlilik dereceli devlet haberleşmesinin yıllarca dinlendiğini sonradan öğrenmiştir. Üstelik bu durum bir teknik hata ya da ticari sahtekârlık değildir.
Ortaya çıkan tablo şudur: Siemens, Philips, USFA ve CIA bağlantılı çok katmanlı bir istihbarat operasyonu yürütülmüştür. Yani Türkiye’ye satılan şey güvenlik değil; kontrollü bir güvenlik illüzyonudur.
Bu hadise şunu net biçimde göstermiştir: Batı, ürünü satmıyor; erişimi, denetimi ve gerektiğinde kapatma yetkisini satıyordu.
Bugün Batı’nın sattığı savaş uçaklarına “kill switch” konulduğu artık açıkça tartışılmaktadır. Bir tuşla uçağı uçurup uçurmamaya karar verebilen bir aklın varlığı, artık komplo değil; itiraf edilmiş bir gerçektir.
O halde şu sorudan kaçmak mümkün mü?
Sattığı uçaklara kill switch koyan bir yapı, satmadığı ama bizzat kurduğu, işlettiği, yazılımına ve altyapısına hâkim olduğu bir nükleer tesiste neler yapabilir?
Bir sistemi yavaşlatmak…
Bir emniyet mekanizmasını geciktirmek…
Bir santrali kararsızlaştırmak…
Bunların hiçbiri teknik olarak imkânsız değildir. Aksine, modern siber harp doktrinlerinde en tercih edilen yöntemlerdir.
Bu nedenle Türkiye’nin nükleer santraller konusunda temkinli olması, şüpheci davranması ve her ihtimali hesap etmesi bir paranoya değil; tarihsel tecrübeyle şekillenmiş bir devlet aklıdır.
Çünkü biz, bombayla değil; emanet edilen sistemlerle nasıl sınandığımızı unutmadık.
Yerli–Milli Denetim ve Devlet Aklı
Nükleer Tesislerde Beka Güvenliği
Nükleer güvenlik, dönemsel raporlarla, masa başı denetimlerle ya da “kontrol edildi” notlarıyla yönetilemez.
Bu alan; sürekli izleme, anlık müdahale ve devlet refleksi gerektirir.
Çünkü nükleer santral, herhangi bir tesis değildir.
Bir anlık zafiyet, yalnızca bir sistem arızası değil; ülkenin enerji sürekliliğinin, toplumsal düzeninin ve ulusal güvenliğinin sekteye uğraması anlamına gelir.
Bu nedenle denetim meselesi, teknik bir prosedür değil; doğrudan egemenlik meselesidir.
7/24 Yerli ve Milli Denetim Zorunluluğu
Nükleer santrallerin siber ve dijital güvenliği;
gibi yerli ve milli, devletle organik bağı olan, bilgi güvenliği kültürü gelişmiş kurumlar tarafından 7 gün 24 saat esasına göre denetlenmelidir.
Bu denetim;
içermelidir.
Ayrıca:
rutin hâle getirilmeli; bu çalışmalar kağıt üzerinde değil, gerçek senaryolar üzerinden yürütülmelidir.
Çünkü güvenlik, “bir kez bakıldı” denilen bir durum değil; her saniye kontrol altında tutulan yaşayan bir süreçtir.
Siber Güvenlik Başkanlığı’nın Özel Nükleer Tesis Rejimi
Nükleer santraller, sıradan kritik altyapılarla aynı kategoriye konulamaz. Bu tesisler; enerji santrali olmanın ötesinde, stratejik beka altyapılarıdır.
Bu nedenle Siber Güvenlik Başkanlığı koordinasyonunda, nükleer tesisler için:
bir Nükleer Siber Güvenlik Rejimi oluşturulması zorunludur.
Bu rejim açık biçimde şunları tanımlamalıdır:
Bu alan, kurumların inisiyatifine, şirketlerin iyi niyetine ya da proje bazlı uygulamalara bırakılamaz.
Bu konu doğrudan devlet politikasıdır.
Bu Bir Tercih Değil, Zorunluluktur
Burada sayılan başlıklar;
Bunlar, ülkenin bekası için zorunlu adımlardır.
Çünkü nükleer santrallerde güvenlik;
Bu, devlet refleksinin sınandığı alandır.
Ve bu refleks, ancak yerli akılla, milli kurumlarla, tam denetimle ayakta kalır.
(E)Tuğg. Halil İbrahim BÜYÜKBAŞ
Güncel Yazıları
Bal Tuzağı - Ahlak Meselesi Değil, Devlet Meselesi
23 Aralık 2025
Akkuyu Neden Hedefte? Enerji Meselesi Değil, Beka Savaşı
15 Aralık 2025
Sadece Bir Uçak Değil, Geçmişle Hesaplaşma: KIZILELMA
09 Aralık 2025
Dijital İşgal!
03 Aralık 2025
ASELSAN-Bir Milletin Sessiz Çığlığı
24 Kasım 2025
İsrail’in İstihbarat Oyunları
11 Kasım 2025
“İsrail ve Batı Menşeli Teknolojilerin Siber İşgal Tehlikesi!"
07 Kasım 2025
Telefon Çiftlikleri!-Dijital Kölelikten Algı Savaşına
31 Ekim 2025
Ceride’den Yapay Zekâya- Devlet Hafızasının Sesi
27 Ekim 2025
5G ile Yeni Ufuklara-Türkiye’nin Dijital İstiklal Çağı
20 Ekim 2025
MİLLİ İŞLETİM SİSTEMİ PARDUS’UN HİKAYESİ-Siber Vatanın Kodları Türkiye’de Yazılmalı..
15 Ekim 2025
Hamas Filistin'in Umudu! Sahi Şu FKÖ(Filistin Kurtuluş Örgütü) Nerede?
10 Ekim 2025
Hem Paramızı Aldılar Hem Devlet Sırlarımızı Çaldılar-Kriptoyla Soyulan Türkiye!..
07 Ekim 2025
Amerika’nın Yalanları ve Venezuela Senaryosu
03 Ekim 2025
Yeni Nesil Otomobiller Dijital Gözcü Mü?
01 Ekim 2025