“Harese nedir bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım: develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir.”
Huzursuzluk, Zülfi Livaneli
Giriş: Hegemonu Tanımak
Bugün dünya sahnesinin en belirleyici aktörlerinden biri olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), modern tarihi ve politik yapısıyla sıkça mercek altına alınır. ABD'nin politikaları, iç korkuları ve küresel rolü, coğrafi keşiflerle başlayan ve kıtanın kültürel, ekonomik ve politik evrimiyle süregelen bir tarihe dayanır. Bu makale serisi ana hatları ile ABD’nin dış politikasını etkileyen temel iç ve dış dinamiklere, ABD’nin tepkilerine yoğunlaşmaktadır. Şüphesiz her olay birçok faktörün bileşkesi ve zaman faktörü ile uyumu neticesinde gerçekleşir. Devasa gücün manipüle edilmesine yol açan korku merkezli zaafları vurgulanmakta ve günümüze yansımaları ele alınmaktadır.
Bu bölüm “Amerika Birleşik Devletleri – I Korku Sarmalında Yükselen Hegemon (1)” başlıklı makalenin devamıdır. Bunun peşinden III. makale olarak güncele yönelik bir değerlendirme yazısı kaleme alınacaktır.
II. Dünya Savaşı Öncesinde ABD: İzole Dev
İkinci Dünya Savaşı öncesinde, 1920'lerde, ABD ekonomisi "Kükreyen Yirmiler" olarak adlandırılan bir refah dönemindeydi. Sanayi üretimi ve istihdam oranları yüksekti, ücretler artmış ve halkın büyük çoğunluğu daha önce hiç olmadığı kadar rahat bir yaşam sürmüştü. Ancak bu dönemin sonlarına doğru spekülatif bir borsa balonu oluştu. 24 Ekim 1929'da New York Borsası'nda hisse senetlerinin değerinin dramatik düşüşüyle (Kara Perşembe) başlayan kriz, kısa sürede tüm ABD'yi ve ardından tüm dünyayı etkisi altına aldı. Kriz sonucunda çok sayıda şirket ve banka iflas etti. Üretim büyük ölçüde düştü, işsizlik oranları tavan yaptı (1938'de %17.2). Bu durum, evsizlik ve toplumsal huzursuzlukları da beraberinde getirdi. Uluslararası ticaret %60 oranında geriledi.
Krizin en şiddetli hissedildiği dönemde iktidara gelen Başkan Franklin D. Roosevelt "Yeni Düzen" (New Deal) adını verdiği kapsamlı bir programı hayata geçirdi. Bu program, Amerikan ekonomi tarihinde ilk kez devletin ekonomiye yoğun müdahalesini içeriyordu. 1930'ların sonlarına doğru, özellikle Avrupa'da savaş rüzgarlarının esmeye başlamasıyla birlikte, ABD ekonomisinde bir toparlanma süreci başladı. Avrupa'daki askeri gerilim, ABD'nin silah üretimine başlamasına ve bu da sanayi üretimini ve istihdamı artırmasına yol açtı. Ancak tam anlamıyla krizden çıkış ve ekonomik canlanma, ABD'nin İkinci Dünya Savaşına aktif olarak katılmasıyla gerçekleşti. Savaş, devasa savunma harcamalarıyla birlikte ekonomiyi tamamen harekete geçirdi ve Büyük Buhranın kalıntılarını ortadan kaldırdı.
II. Dünya Savaşı Öncesi Avrupa
İkinci Dünya Savaşı öncesindeki İngiltere ve Almanya arasındaki silahlanma yarışı, Birinci Dünya Savaşının hemen öncesindeki deniz silahlanma yarışının bir devamı niteliğindeydi, ancak bu sefer kara ve hava kuvvetleri de önemli bir yer tutuyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrası imzalanan Versay Antlaşması, Almanya'nın askeri gücünü ciddi şekilde kısıtlamıştı. Almanya'nın denizaltı, savaş uçağı ve ağır silah üretimi yasaklanmış, ordusu da belirli bir sayıyla sınırlandırılmıştı. Versay Antlaşmasının katı şartları Adolf Hitler'in 1933'te iktidara gelmesine zemin hazırladı. Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikte Almanya, bu kısıtlamaları alenen ihlal etmeye ve yeniden silahlanmaya başladı.
İngiltere’nin "yatıştırma politikası" Almanya'nın yayılmacı politikaları ve askeri gücündeki hızlı artışı engellemedi, İngiltere'yi de kendi savunmasını güçlendirmeye itti. Her iki taraf da kendi güvenliğini sağlamak amacıyla silahlanırken, bu durum diğer tarafça bir tehdit olarak algılandı ve bir "güvenlik ikilemine" yol açtı, korku sarmalına dönüştü.
İkinci Dünya Savaşı öncesi Sovyetler Birliği, Stalin'in katı kontrolü altında hızlı ve zorlu bir sanayileşme ve tarımsal dönüşüm süreci yaşıyordu. Bu politikalar, ülkeyi askeri olarak güçlendirirken, içeride büyük toplumsal maliyetlere yol açtı. Dış politikada ise Nazi Almanya’sına karşı diğer batılı güçlerle ittifak arayışı karşılık bulmadı. Stalin bunun üzerine Almanya ile gizlice anlaştı. Nazi Almanya’sı ile yapılan beklenmedik pakt, savaşa gidişatı etkileyen önemli bir adımdı. Almanya’yı cesaretlendirirken İngiltere ve Fransa’nın Alman yayılmacılığı korkusunu büyüttü.
Tarafsızlıktan Küresel Güce
İkinci Dünya Savaşında iki ana taraf vardı: Mihver Devletleri (Almanya, İtalya, Japon) ve Müttefik Devletler (İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, Çin). ABD'nin bu taraflarla ilişkisi, savaşın öncesinde ve savaş sırasında önemli ölçüde farklılık gösterdi. ABD ile Japonya arasındaki ilişkiler, Japonya'nın Çin'deki ve Güneydoğu Asya'daki yayılmacı politikaları nedeniyle savaş öncesinde oldukça gergindi. ABD, Japonya'nın agresif tutumuna karşı ambargolar ve ekonomik yaptırımlar uyguladı. Özellikle Japonya'ya petrol ve hurda demir satışını durdurdu. Bu durum, Japonya'yı Pasifikte daha fazla kaynak aramaya ve sonuç olarak ABD'nin Pasifikteki varlığına saldırmaya itti. Almanya ve İtalya'nın ABD'ye savaş ilan etmesi, Japonya'nın Pearl Harbor saldırısından sonra gerçekleşti.
İkinci Dünya Savaşı başladığında (1939), ABD resmen tarafsızlığını ilan etti. Ancak Başkan Franklin D. Roosevelt, Almanya'nın Avrupa'daki ilerleyişinin ABD'nin ulusal güvenliği için bir tehdit oluşturduğunu fark etti. Bu nedenle, 1941'de Ödünç Verme-Kiralama Yasası (Lend-Lease Act) çıkarıldı. Bu yasa ile ABD, savaştaki Müttefik ülkelere (başta İngiltere ve daha sonra Sovyetler Birliği) askeri malzeme, mühimmat, yiyecek ve diğer stratejik ürünleri borç verme veya kiralama yoluyla göndermeye başladı. Bu, ABD'nin savaşa doğrudan katılmadan Müttefiklere büyük bir destek sağlamasının en önemli yoluydu.
7 Aralık 1941'de Japonya'nın ABD'nin Hawaii'deki Pearl Harbor deniz üssüne sürpriz saldırısı, ABD'nin tarafsızlık politikasını sona erdirdi. Bu saldırının ardından ABD, Japonya'ya savaş ilan etti. Kısa süre sonra Almanya ve İtalya da ABD'ye savaş ilan edince, ABD resmi olarak İkinci Dünya Savaşına Müttefik Devletler safında katılmış oldu. Savaşa katıldıktan sonra ABD, Müttefik Devletlerin en önemli güçlerinden biri haline geldi. ABD'nin devasa sanayi kapasitesi, Müttefiklere savaşın kazanılmasında belirleyici bir lojistik ve askeri avantaj sağladı.
II. Dünya Savaşı: Yıkımın Bilançosu
İkinci Dünya Savaşı, insanlık tarihinin gördüğü en yıkıcı çatışmaydı ve geride devasa bir hasar bıraktı. Tahminlere göre 60 ila 80 milyon arasında insan hayatını kaybetti. Avrupa’da özellikle Almanya, Polonya, Sovyetler Birliği, Fransa ve Birleşik Krallık'taki şehirler ağır bombardımanlara maruz kaldı. Almanya'daki Dresden, Hamburg, Berlin gibi şehirler neredeyse tamamen harabeye döndü. Londra, Varşova, Rotterdam gibi şehirler de büyük yıkım yaşadı. Sanayi tesisleri, köprüler, demiryolları, yollar ve limanlar ya tamamen yıkıldı ya da ağır hasar gördü. Asya’da Japonya'daki Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan atom bombaları bu şehirleri yok etti. Çin'de de Japon işgali ve çatışmalar nedeniyle çok sayıda şehir ve kırsal alan harabeye döndü.
UNESCO’nun savaş sonrası hasar raporlarına göre, Avrupa’da altyapı kaybı %40’a, Japonya’da ise %50’ye ulaştı. Sanayi tesisleri yıkıldığı veya dönüştürüldüğü için üretim durdu. Tarım alanları mayınlarla doldu, iş gücü azaldı ve ürün kıtlığı yaşandı. Savaşa katılan ülkelerin çoğu devasa borç yükleri altına girdi. Enflasyon yükseldi, uluslararası ticaret çöktü. Maddi yıkımın yanı sıra, savaşın manevi ve psikolojik etkileri de derindi ve nesiller boyu sürdü.
Korkuyla Şekillenen Yeni Dünya
Müttefikler savaş sırasında çeşitli görüşmelerle savaş sonrasında dünyanın nasıl bir şekil alacağını düzenlemeye başlamışlardı. Atlantik Bildirisi (1941) Kazablanka Konferansı (1943), Kahire Konferansı (1943) ve Tahran Konferansı (1943) bu görüşmelerin mekanlarıydı. Savaştan sonra Roosevelt, Churchill ve Stalin'in son kez bir araya geldiği Yalta Konferansı’nda (1945), Almanya'nın bölünmesi, Polonya’nın Sovyetlere bırakılması, Birleşmiş Milletler Teşkilatının (BM) kurulması ve Güvenlik Konseyinde veto hakkı, SSCB'nin Japonya'ya savaş ilanı gibi önemli konular ele alındı. Yalta, Soğuk Savaşın tohumlarının atıldığı konferans olarak da kabul edilir, zira Müttefikler arasındaki iş birliği yerini yavaş yavaş rekabete bırakmaya başladı.
San Francisco Konferansında (1945), Birleşmiş Milletler Antlaşması imzalandı. Potsdam Konferansı (1945), Almanya'nın işgal rejimleri detaylandırıldı. Japonya'ya koşulsuz teslim olması için bir ültimatom verildi. Bu ültimatomun reddedilmesi, ABD'nin Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atmasıyla sonuçlanacaktı.
Bu konferanslar, İkinci Dünya Savaşı’nın sadece sonunu değil, aynı zamanda yeni dünya düzeninin başlangıcını da belirledi. Konferanslar, ABD liderliğindeki kapitalist Batı Bloku ile Sovyetler Birliği liderliğindeki sosyalist Doğu Bloku arasındaki ideolojik ve siyasi bölünmeyi derinleştirdi. Potsdam'da Japonya'ya verilen ültimatom ve ardından atılan atom bombaları, nükleer silahların küresel politikadaki belirleyici rolünü ortaya koydu ve yeni bir korku çağının başlangıcını işaret etti.
Tek Savaşla Gelen Hegemonya
İkinci Dünya Savaşı, yıkıcı bir küresel çatışma olsa da ABD’nin ekonomik, siyasi ve stratejik açıdan büyük kazanımlar elde ettiği bir dönüm noktası oldu. Savaş, tarihte eşi benzeri görüşmemiş şekilde, ABD'yi bir savaşla küresel hegemon konumuna yükseltti. Savaş, ABD'yi Büyük Buhran’ın pençesinden kurtardı. Üretim, askeri ihtiyaçları karşılamak için devasa bir hızla arttı. Fabrikalar tam kapasite çalıştı, işsizlik oranları hızla düştü ve milyonlarca insan istihdam edildi. 1938'de %17.2 olan işsizlik oranı, savaşla birlikte önemli ölçüde azaldı. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosuna göre, 1945’te işsizlik oranı %1.9’a kadar düştü.
ABD'nin sanayi kapasitesi, savaşla birlikte benzersiz bir seviyeye ulaştı. Tank, uçak, gemi ve mühimmat üretimi patladı. ABD müttefiklerinin çoğunun askeri malzeme ihtiyacını karşılayan "demokrasinin cephaneliği" haline geldi. Bu durum, savaş sonrası döneme güçlü bir sanayi altyapısı bıraktı. Savaş, başta nükleer enerji, radar, jet motorları, sentetik kauçuk ve ilaç endüstrisi olmak üzere birçok alanda büyük teknolojik atılımlara yol açtı.
Savaş, Avrupa ve Asya’daki rakiplerinin ekonomilerini yerle bir ederken, ABD topraklarında büyük çaplı bir yıkım yaşanmadı. Bu durum, ABD'yi dünya ekonomisinin tartışmasız lideri yaptı. Savaş sonrası kurulan uluslararası finansal sistem olan Bretton Woods Sistemi, ABD dolarını küresel rezerv para birimi haline getirdi ve uluslararası ticaretin büyük ölçüde dolar üzerinden dönmesini sağladı. Bu da ABD'ye küresel ekonomi üzerinde eşsiz bir kontrol gücü verdi. Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi ABD'nin başını çektiği kurumlar, küresel ekonomik yönetişimin merkezine yerleşti ve ABD'nin çıkarları doğrultusunda hareket etti. Bretton Woods, yalnızca ekonomik bir düzen değil, aynı zamanda ABD’nin küresel liderlik stratejisinin temel taşıydı. Doların rezerv para statüsü, ABD’ye diğer ülkelerin ekonomilerini şekillendirme gücü verdi, ancak bu, petrol krizleri ve savaş harcamalarıyla borç yükünü artırdı.
Siyasi ve Jeopolitik Kazanımlar
Savaş, ABD'yi "izolasyonist" dış politika anlayışından uzaklaştırarak dünya sahnesine çıkardı ve küresel bir süper güç konumuna getirdi. İngiltere ve Fransa gibi eski sömürgeci güçler zayıflarken, ABD'nin etkisi tüm dünyaya yayıldı. ABD, savaş sonrası uluslararası barışı ve güvenliği sağlamak amacıyla kurulan Birleşmiş Milletlerin (BM) en önemli kurucularından biri oldu. BM Güvenlik Konseyindeki daimi üyelik ve veto hakkı, ABD'ye küresel politikada belirleyici bir rol verdi. Truman Doktrini, Marshall Planı ve NATO'nun kuruluşu gibi adımlar, ABD'nin Sovyet yayılmacılığına karşı küresel bir savunma ağı kurmasını sağladı.
Savaşın sonunda ABD, Batı Avrupa, Japonya, Güney Kore ve diğer bölgelerde önemli bir askeri ve siyasi varlık oluşturdu. Bu bölgeler, ABD'nin küresel stratejisinin kilit noktaları haline geldi. Ancak bu durum küresel hegemonya uğruna bedel ödemesini gerektirecekti.
Askeri Kazanımlar
Savaş, ABD'nin devasa bir askeri güç inşa etmesine yol açtı. Donanma, hava kuvvetleri ve kara ordusu, dünyanın en modern ve güçlü orduları haline geldi. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları, ABD'yi dünyanın ilk ve o dönemdeki tek nükleer gücü yaptı. Bu durum, ABD'ye eşsiz bir stratejik avantaj sağladı. Savaş sırasında geliştirilen birçok askeri teknoloji (jet uçakları, roket bilimi, radar vb.) ABD'nin askeri üstünlüğünü pekiştirdi ve gelecekteki askeri araştırmalar için zemin hazırladı. Bu ise silah sanayisinin hayatiyetini devam ettirme adına ABD’yi sonu gelmez savaşlara sürükleyecekti. ABD dış politikasını belirleyen en büyük baskı grubu oluşmuştu.
Sosyal Dönüşümler
Savaş döneminde erkeklerin askere gitmesiyle boşalan iş gücünü doldurmak için milyonlarca kadın fabrikalarda ve diğer sektörlerde çalışmaya başladı. Bu durum, kadınların toplumdaki rolünü değiştirdi ve savaş sonrası kadın hakları hareketlerine zemin hazırladı. Savaş, Afro-Amerikalıların orduya ve savunma sanayine katılımını sağladı. Her ne kadar ayrımcılık devam etse de savaş sonrası sivil haklar hareketinin tohumları bu dönemde atıldı. Sivil toplum söylemi daha sonra ideolojik (neoliberal) bir formata bürünerek Soros gibi figürlerin elinde ABD ve küreselci neoliberallerin çıkarlarını koruyacak bir harekete dönüştü. ABD karşıtı yönetimleri deviren sivil toplum hareketleri yeni korku kaynağı olarak 2000’li yıllarda yükselişe geçti. (Ukrayna, Gürcistan, Kırgızistan vd.)
Savaşın bitmesiyle eve dönen askerler ve istikrarlı ekonomik ortam, ABD'de büyük bir "bebek patlamasına" yol açtı. Bu durum, ülkenin demografik yapısını ve tüketici pazarını uzun yıllar boyunca etkiledi. Kadınların iş gücüne katılımı, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel bir dönüşüm yarattı. Örneğin, “Rosie the Riveter” (Perçinci Rosie) kampanyası, kadınların bağımsızlığını simgeledi, ancak savaş sonrası muhafazakâr kesimlerde bu durum aile yapısının bozulacağı korkusunu tetikledi. Evanjelik hareket, bu değişimi ahlaki bir tehdit olarak gördü. Afro-Amerikalıların eşitlik mücadelesi ise, özellikle Güney eyaletlerinde ırkçı direnişi güçlendirdi; bu, Soğuk Savaşta ABD’nin demokrasi iddiasını sorgulatan bir çelişki yarattı. Irk ayrımcılığı halen ABD için sorun oluşturmakta, zaman zaman iç karışıklıklara yol açmaktadır. (2020 George Floyd protestoları)
İkinci Dünya Savaşı, ABD'yi uluslararası sistemin merkezine yerleştiren ve onu modern süper güç yapan bir katalizör görevi gördü. Ülke, savaştan ekonomik olarak güçlenmiş, askeri olarak yenilenmiş ve küresel liderlik rolünü üstlenmeye hazır bir şekilde çıktı.
Zafer Korkularla Geldi
İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika Birleşik Devletleri, zaferin getirdiği refah ve küresel liderlik konumuna rağmen, kendi içinde derin korku ve endişelerle boğuştu. Bu korkuların kökenleri hem toplumsal değişimlere hem de uluslararası gelişmelerden kaynaklanıyordu.
Ekonomik Endişeler
İkinci Dünya Savaşı’nın bitişiyle Amerikalılar, Büyük Buhran’ın geri döneceğinden korkuyordu. Fabrikalar duracak, terhis edilen askerler işsiz kalacak ve ekonomi çökecekti. Ancak korkulan olmadı. Savaş boyunca biriken tüketici talebi ve tasarruflar, fabrikaların barış zamanı üretime geçmesiyle ekonomik bir patlama yarattı. Savaş sonrası ekonomik yıkım korkusu Marshall Planı’yla aşıldı. Plan, Avrupa pazarını ABD’li üreticilere açarak ihracatı canlandırdı. Ucuz Alman ve Japon ürünleri, düşük parite avantajıyla Amerikan pazarını doldurdu, tüketici iştahını körükledi. Kısa vadede ekonomi büyüdü, ancak uzun vadede bu rekabet, otomotiv ve çelik gibi sektörlerde ABD sanayisini zayıflattı.
1970’lere gelindiğinde, petrol krizleri, Vietnam Savaşı’nın ağır mali yükü ve sosyal harcamaların artışı stagflasyonu tetikledi; benzin kuyrukları ve yükselen fiyatlar, ekonomik istikrarsızlık korkusunu derinleştirdi. 2000’li yıllarda Almanya ve Japonya’nın yerini Çin aldı. Ucuz Çin malları ABD’yi adeta işgal etti. ABD’de üretim düşerken ucuz iş gücü sebebiyle yatırım Çin’e yöneldi. ABD sanayisinin gerileme korkusu günümüzde tarife savaşları olarak kendini göstermektedir. Tarife düzenlemelerinin yarattığı belirsizlik ise ticaret dünyasının korkularını artırmaya devam ediyor.
1980’lerde Sovyetlerin Afganistan’a müdahalesi ve İran-Irak Savaşı, savunma harcamalarını artırarak ekonomiye can damarı oldu. Reagan’ın deregülasyon politikaları ve Stratejik Savunma Girişimi (SDI) gibi dev projeler, savaş sanayisini ayakta tuttu. Ancak ekonomi sıkıştıkça, savaşın korkunç yüzü belirginleşiyor, yeni çatışmalar ve korkular ufukta beliriyordu.
Kadınların Rolü ve Ahlaki Erozyon Korkusu
Savaş sırasında milyonlarca kadın, cepheye giden erkeklerin yerini alarak fabrikalarda ve çeşitli iş kollarında çalıştı. Bu durum, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinde önemli bir değişime yol açtı. Ancak savaşın bitmesiyle birlikte, hükümet ve medya, kadınları evlerine dönmeye ve "geleneksel" aile yapısını yeniden kurmaya teşvik etti. Bu değişimler, özellikle Evanjelikler ve muhafazakar çevrelerde ciddi ahlaki erozyon korkusunu tetikledi. Onlara göre, kadınların evden çıkıp çalışması, ailenin dağılmasına, çocukların ihmal edilmesine ve toplumsal değerlerin bozulmasına neden oluyordu. Evanjelik hareket bu motivasyonla, papazların heyecanlı vaazlarıyla hızla büyüdü. ABD iç ve dış politikasının belirlenmesinde en önemli güçlerden biri haline geldi. Evanjelikler, Amerikan istisnacılığı (ABD’nin “Tanrının seçilmiş milleti” olarak özgürlük, demokrasi ve ahlaki üstünlük misyonu taşıdığı) inancını körükleyerek, ABD’nin küresel sahnede aktif bir rol üstlenmesini teşvik etti, ABD yayılmacılığına ideolojik zemin hazırladı.
Evanjelik etkinin artması ABD politikalarını rasyonel olmaktan uzaklaştırdı ve İsrail’i kayıtsız şartsız desteklemek gibi bir açmazla karşı karşıya bıraktı. Evanjelik hareketin dış politikaya etkisi, özellikle 1973’den (Yom Kippur savaşından) itibaren İsrail’e verilen destekte belirginleşti. Evanjeliklerin, İncil2deki kehanetlere (İsrailoğullarının vadedilmiş topraklara dönmesi ile birlikte İsa’nın da dünyaya döneceği inancına) dayandırdığı bu destek, ABD’nin Ortadoğu politikalarını şekillendirdi ve Filistin meselesinde tarafsızlığını sorgulattı. Örneğin, 2018’de ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması, Evanjelik lobinin baskısıyla gerçekleşti.
Son zamanlardaki İsrail’in saldırgan ve hukuk tanımaz tutumunun temelinde bu kayıtsız şartsız desteğin verdiği cesaret yatıyor. İsrail’in ABD içindeki asıl gücü, bilinenin aksine, Yahudi lobisi değil özellikle Cumhuriyetçileri etkileme (seçmen tabanı) gücüyle Evanjelik hareket oldu. İsrail, Demokratları lobi çalışmalarıyla (adaylara mali yardım) etkilemekte, Hristiyan Siyonistlerin parti yönetiminde etkili olmasını sağlamaktadır. ABD, İsrail’in insanlık suçlarına bu yolla ortak oldu. Bu durum ayrıca ABD’nin Müslümanlarla ve Arap ülkeleri ile sağlıklı bir ilişki geliştirmesini engelledi. Kurulduğu günden bu yana İsrail, ABD tarafından mali ve askeri olarak desteklendi. ABD vatandaşlarının vergileri Evanjelik kehanetlerin yükselttiği korku sarmalında boşa harcandı. İsrail’in 2000 yıl sonra döndüğü Filistin’de tutunamama korkusu ve İran’ın tehditleriyle tetiklenen Evanjeliklerin “İsa’nın gecikmesi” korkusu ABD’nin korkusu haline geldi. ABD kamuoyunda İsrail’in son Gazze saldırıları sebebiyle bölünme yaşanıyor, Evanjelik kiliseler üye kaybediyor.
Eşitliğe Beyaz Direniş
Savaşın getirdiği değişim rüzgarları, Afro-Amerikalıların eşitlik taleplerini güçlendirirken, bu durum özellikle Güney eyaletlerindeki beyaz nüfusta derin bir toplumsal hiyerarşinin bozulması, ırklar arası evlilikler ve "beyaz ırkın saflığının" bozulması gibi temelsiz korkulara yol açtı. Bu endişeler, ekonomik rekabet korkusuyla birleşince, ırk ayrımcılığına dayalı Jim Crow yasalarının devam ettirilmesi yönünde güçlü bir direniş oluştu. Dahası, Soğuk Savaşın paranoya ortamında, sivil haklar hareketi önderleri sıkça "komünist sempatizanı" olmakla suçlanarak hareketin meşruiyeti sorgulandı.
Bu iç korkular, sadece ABD toplumunu derinden etkilemekle kalmadı, aynı zamanda uluslararası arenada ABD'nin demokrasi ve özgürlük iddialarına gölge düşürerek Sovyet propagandasına zemin hazırladı ve dönemin korku sarmalını çok boyutlu bir hale getirdi. Örneğin, Martin Luther King Jr.’ın FBI tarafından izlenmesi ve “komünist” damgası yemesi, iç güvenlik paranoyasının sivil haklar hareketini nasıl baskıladığını gösteriyor. Bu, ABD’nin küresel demokrasi savunucusu imajını zedeledi. ABD ırkçı politikalara prim vermese de beyaz üstenciliği potansiyel iç zaafiyet olarak devam etmekte ve zaman zaman karışıklıklara neden olmaktadır. (Proud Boys, Oath Keepers ve Three Percenters gibi örgütler – 2021 Kongre baskını)
Komünizm Korkusu ve Kızıl Tehdit (Red Scare)
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD'nin en büyük korkusu, komünizmin yayılması oldu. Eski müttefik Sovyetler Birliği ile ilişkiler hızla bozuldu ve Avrupa ile Asya'da komünist rejimlerin yükselmesi, ABD'de derin bir kaygı yarattı. Filmler ve basın yoluyla kaygı, korkuya dönüştürüldü. Bu durum, İkinci Kızıl Tehdit (Second Red Scare) olarak bilinen bir paranoya dönemini tetikledi. Sovyetler Birliği'nin Doğu Avrupa üzerindeki hakimiyetini kurması, 1949'da atom bombası geliştirmesi, Çin'in 1949'da komünist yönetime geçmesi ve Kore Savaşı’nın başlaması (1950), Amerikan kamuoyundaki komünizm korkusunu doruk noktasına çıkardı.
Senatör Joseph McCarthy, komünistlerin ABD hükümeti ve diğer önemli kurumlara sızdığına dair asılsız veya abartılı iddialarla öne çıktı. Bu dönem, "McCarthyism" olarak bilinen ve binlerce kişinin komünist sempatizanı olmakla suçlandığı, işini kaybettiği veya itibarının zedelendiği korku sarmalında cadı avına dönüştü. Hollywood'da "kara listeler" oluşturuldu, üniversitelerde ve devlet dairelerinde "sadakat" soruşturmaları yapıldı. Evanjeliklerin “tanrısız komünizme” karşı sert muhalefeti, papazların ateşli vaazları toplumun bir kesimini şeytanlaştırdı. Basın konuyu sürekli işleyerek korkuyu köpürttü. Satışları arttı. Beşinci güç olarak yükselen basın, deve misali korkudan/kandan beslendi.
Alger Hiss ve Rosenbergler gibi casusluk davaları, Amerikan halkının "iç düşmanlar" tarafından sabotaj ve casusluk tehdidi altında olduğu inancını pekiştirdi. Bu durum, toplumda genel bir korku ve paranoya ortamı yarattı. İç güvenlik birimi FBI ile CIA arasında güvensizlik tohumları bu dönemde atıldı. Bu durum ileride CIA’nın (MI6 etkisi) neoliberal küreselci Demokratlara, FBI’ın neorealist Cumhuriyetçilere yakın olmasının zeminini oluşturdu. Nitekim “önce Amerika” diyen, savaşları bitirmeyi taahhüt eden Cumhuriyetçi Trump ile CIA arasında gerilim bu arka plana dayanıyor. Dışarıda gerilimlerin bitmesi ihtimali CIA’da küçülme ve etkisini yitirme korkusunu tetikledi. Bu korkuyla Başkanla çatışmayı göze alabildi.
Korku Objesi Olarak NATO ve Soğuk Savaş
Sovyetler Birliği'nin Doğu Avrupa'daki etki alanını genişletmesi ve Batı Avrupa’ya yönelik potansiyel bir tehdit olarak algılanması üzerine, ABD liderliğindeki Batı ülkeleri bir savunma ittifakı kurma ihtiyacı hissetti. NATO, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü olarak, üyelerinden birine yapılan silahlı saldırının hepsine yapılmış sayılacağını ve kolektif savunma ilkesini (Madde 5) temel alarak 1949 yılında kuruldu. NATO, Sovyetler Birliği'nin batı sınırında güçlü ve birleşik bir askeri blok anlamına geliyordu. Sovyetler, bu ittifakı kendi güvenliği için doğrudan bir tehdit olarak algıladı.
Çevreleme Politikası (Containment)
Soğuk Savaşın temel taşı olan çevreleme politikası, ABD'nin Sovyetler Birliği'nin komünizmi yaymasını ve etki alanını genişletmesini siyasi, ekonomik ve askeri yollarla engellemeyi amaçlayan stratejisiydi. Bu politika, diplomat George F. Kennan'ın "Uzun Telegraf" ve "X Makalesi" ile teorize edilmişti. Çevreleme, Sovyetler Birliği'nin sadece toprak kazanımlarını değil, aynı zamanda ideolojisinin yayılmasını da engellemeyi hedefliyordu. Marshall Planı, Truman Doktrini ve NATO gibi uygulamalar, çevreleme politikasının somut adımlarıydı. Bu adımlar, Sovyetler Birliğini Batı'nın kendisini küresel olarak izole etmeye ve zayıflatmaya çalıştığına inandırdı. Sovyet yayılmacılığı korkusu ile atılan adımlar Sovyetlerin korkmasına ve korkunun sarmal halinde yükselmesine neden oldu. Sovyetler de NATO’yu dengelemek için Varşova Paktı’nı kurdu (1955).
CIA'nın Kuruluşu (Central Intelligence Agency 1947)
İkinci Dünya Savaşı sırasında stratejik istihbarat toplamak için kurulan OSS (Office of Strategic Services) yerine, savaş sonrası dönemde Başkan Harry S. Truman tarafından Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) kuruldu. CIA'nın temel görevi, ulusal güvenlik istihbaratını toplamak, analiz etmek ve ABD dış politikasını desteklemekti. CIA, sadece istihbarat toplamakla kalmayıp, aynı zamanda Sovyetler Birliği ve komünist rejimlere karşı gizli operasyonlar, propaganda faaliyetleri ve hatta darbe girişimleri gibi eylemlerde de bulundu. Sovyetler, CIA'yı kendi iç işlerine karışan ve komünist sistemlerini zayıflatmaya çalışan Batılı bir araç olarak gördü. Bu durum, Sovyetler içinde bir paranoya ve Batı'ya karşı derin bir güvensizlik yarattı. Soğuk savaş bu korku sarmalında casuslar arenasına döndü.
Five Eyes: Küresel Gözetim
İkinci Dünya Savaşı sırasında başlayan ve savaş sonrası dönemde resmileşen "Five Eyes" (Beş Göz) anlaşması, savaştan sonra geliştirilen “özel ilişki” kapsamında ABD ile Birleşik Krallık (İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda) arasında bir istihbarat paylaşım ittifakıdır. Bu ülkeler, birbirleriyle elektronik sinyal istihbaratı (SIGINT) konusunda geniş çaplı bilgi alışverişinde bulunurlar. Bu anlaşma, Soğuk Savaşın başlangıcında dış istihbaratı zayıf olan ABD’nin Birleşik Krallık’a bağımlı hale gelmesine yol açtı. Eski hegemon Birleşik Krallık’ın yeni hegemon ABD’nin bu zaafiyetini nasıl kendi lehine kullandığını ve ABD’yi korku sarmalında nasıl yıpratma savaşlarına sürüklediğini “Küresel İngiliz Aklının Kovboyla Dansı (2)” adlı makalemizde incelemiştik.
Gehlen ve Kızıl Korkunun Yükselişi
Eski Nazi Almanya’sının doğu cephesindeki askeri istihbarat şefi olan Reinhard Gehlen, savaşın sonunda ABD'ye teslim oldu. Gehlen ve ekibi, Sovyetler Birliği hakkında değerli bilgilere sahip oldukları için ABD tarafından "affedildi" ve Doğu Almanya'da Sovyetlere karşı istihbarat toplamak üzere "Gehlen Organizasyonu"nu kurdu. Bu organizasyon daha sonra Batı Almanya'nın istihbarat teşkilatı BND'nin (Federal Haber Alma Servisi) çekirdeğini oluşturdu. Gehlen ve ekibi, savaş sonrası dönemde ABD ve Batı Almanya'ya Sovyetler Birliği'nin gücü ve niyetleri hakkında bilgi sağladı. Gehlen'den gelen abartılı raporlar, Batı'daki komünizm korkusunu ve Sovyet yayılmacılığına yönelik paranoyayı besleyen unsurlardan biri oldu. Komünizm korkusu ile Batı Almanya’nın kalkınması desteklendi ve Almanlar hızla kalkınarak sanayi devi oldu. Gehlen, savaşta Almanya’yı koruyamasa da savaş sonrasında kalkınması için uygun ortamın sağlanmasına ciddi katkı verdi. Komünizm korkusu, eski Nazi korkusuna baskın çıktı.
Bu unsurların her biri, Soğuk Savaş döneminin gerilimini artıran ve Sovyetler Birliği'nin "kuşatma" altında olduğu hissini pekiştiren faktörlerdi. Bu karşılıklı korku ve güvensizlik, küresel politikaları onlarca yıl boyunca şekillendirdi. Savaştan yıkımla çıkan Avrupa yeni bir çatışmayı kaldıracak durumda değildi. Birleşik Krallık ve Sovyetler Birliği, Avrupa’da daha fazla gerilim çıkarmadan rekabeti Uzak Doğu’ya yaydı. Gehlen Örgütü buna sessizce destek verdi. Kore ve Vietnam Savaşları 1970’li yılların ortasına kadar, Afganistan, Iran- Irak savaşları ve Nikaragua’da olduğu gibi diğer küçük çaplı karışıklıklar ABD’yi 1990’lı yıllara kadar Avrupa’dan uzakta oyaladı. Bu konuyu “Sessiz Mutabakat ve Soğuk Savaşın Gölge Oyunları (3)” ve “Korku Sarmalında Küresel Satranç (4)” makalelerimizde incelemiştik. ABD savaş makinesi uzakta çalıştı ancak Marshall Planı, Avrupa ekonomisini ABD’ye bağımlı kıldı. Bu yardımla ABD, ileride altın yumurtlayacak olan tavuğu tedavi ediyordu.
Marshall Planı: Korku Rantı
Savaş sonrası Avrupa'da büyük bir "dolar kıtlığı" yaşanıyordu. Avrupa ülkelerinin ürün satın alacak parası yoktu, bu da ABD'nin ihracatını olumsuz etkiliyordu. Marshall Planı, Avrupa ülkelerine ABD ürünlerini (makine, hammadde, gıda vb.) satın almaları için gerekli doları sağlayarak ABD ihracatını canlandırdı. Bu, Amerikan fabrikalarının tam kapasite çalışmaya devam etmesine ve ekonominin büyümesine katkıda bulundu. Savaş sırasında askeri üretime yönelen ABD sanayisi, Marshall Planı sayesinde barış zamanında da yüksek kapasitede üretim yapmaya devam etti. Bu, istihdamı yüksek tuttu ve sanayinin gelişimini sürdürdü.
Marshall Planı, Avrupa'nın yeniden inşasında merkezi bir rol oynayarak, ABD'nin dünya ekonomisi üzerindeki etkisini artırdı. Dolar, küresel ticarette ve rezervlerde merkezi bir hale geldi. ABD'li uzmanlar ve mühendisler, Avrupa'nın yeniden yapılanma sürecinde teknik bilgi ve deneyimlerini paylaştı. Bu, ABD sanayisinin ve teknolojisinin küresel yayılımına katkıda bulundu.
Ekonomik katkıların yanı sıra, Marshall Planı’nın ABD'ye getirdiği siyasi ve stratejik kazanımlar da vardı. Komünizmin Batı Avrupa'da yayılmasını engelleyerek, ABD'nin Soğuk Savaştaki temel hedefine ulaşmasına yardımcı oldu. Bu, ABD'nin ulusal güvenliği açısından da önemli bir yatırımdı. Marshall Planı, ABD'nin Avrupa'ya yaptığı cömert bir yardım programı gibi görünse de aslında ABD'nin kendi ekonomik ve stratejik çıkarlarına hizmet eden son derece akıllıca bir dış politika aracıydı. Hem Avrupa'nın toparlanmasını sağladı hem de ABD'yi küresel bir ekonomik süper güç konumuna taşıdı.
Batı Almanya, Marshall Planı’nın sağladığı finansal destek ve kendi bilimsel altyapısının gücü ile hızla kalkınmasını tamamladı. Sanayisi gelişti. Bretton Woods sistemi ABD dolarını değerli tutarken B. Alman markının düşük paritesi ABD ekonomisini B. Alman ürünleri için pazar haline getirdi. Aynı durum Japonya için de geçerliydi. 1949’da Çin’de komünistler iktidara gelmişti. Peşinden Sovyetler ve Çin desteği ile Kuzey Kore’nin güneye saldırması “komünizmin domino etkisinden” korkan ABD’nin Japonya’ya yardımları artırmasını sağladı. Japonlar hızla toparlandılar. Japon parasının paritesi düşük olduğu için ABD pazarında ürün satmakta zorlanmadılar. Ancak ABD pazarında kazandıklarını ABD tahvillerine yatırarak ABD ekonomisini desteklemeye devam ettiler. Komünizm korkusu Japonya ve B. Almanya’nın kalkınmasının motoru oldu.
ABD ekonomisi büyürken Kore Savaşı, peşinden Vietnam Savaşı, Avrupa’nın güvenliği ve Sovyetlerin çevrelenmesi için yapılan harcamalar, ulusal borcu ve cari açığı artırmaya, içeride sosyal yardımların aksamasına ve toplumsal huzursuzluğa sebep oluyordu. ABD yönetimleri bu korku ile daha çok borçlanmak zorunda kaldılar. 1940’lı yıllarda başlayan borçlanma, 1971’de Bretton Woods sisteminin terk edilmesi, 1974 petrol krizi ve Vietnam savaşının etkisiyle hızla artmaya başladı. ABD küresel etkisini yaydıkça borcu arttı. İçeride iki kesim gelişmelerden memnundu: finans ve sanayi. Bu iki kesim Vietnam savaşı ve Sovyetlerin dağılması sonrasında korkuyla yüzleştiler. Yeni korku objelerine ihtiyaç vardı. Savaş olmadan küçülmeleri kaçınılmazdı. Ne zaman bir yumuşama eğilimi doğsa hemen provokasyon mekanizması çalışıyordu.
1960 yılının başında, Soğuk Savaşın korkularını azaltmak için Eisenhower ile Kruşçev arasında yapılacak zirve öncesinde, Rusya üzerinde U-2 casus uçağı düşürülmesi gerilimi yeniden yükseltti. İnsan kaynaklı istihbarat ki ABD bu alanda MI6 ve BND’ye (eski Gehlen Örgütü) bağımlıydı. Bunu aşmak için teknik istihbarata yönelen CIA, U-2 casus uçaklar ile bilgi toplamaya başlamıştı. U-2 krizi; yumuşama görüşmesinin iptali ve Soğuk Savaşın daha da soğumasına neden olduğu gibi uçuşların sonlanmasını da sağladı. Böylece Soğuk Savaşın devamından yararı olan Birleşik Krallık, B. Almanya ve Sovyetlerin istediği olmuştu. Bu ABD içinde de finans kesimi ve savaş sanayisinin işine geliyordu. Yükselen korku CIA’nın bütçesini de yükseltmiş ve yıldızlar savaşı gibi devasa bütçeli yeni programların başlamasına yol açtı. Korku çarkları dönmeye devam etti. Bir yandan da tüm provokatif girişimlere karşın yumuşama adımları atılıyordu.
Yumuşama Arayışları: Korkunun Korktuğu Yıllar
Küba Füze Krizi nükleer savaş korkusunu artırmış, Vietnam Savaşı ve ekonomik sorunlar (stagflasyon) ise ABD’yi daha az çatışmacı bir politikaya yöneltmişti. Sovyetler Birliği de ekonomik baskılar ve Çin ile artan gerilim nedeniyle yumuşamaya açıktı. Stratejik Silahların Sınırlandırılması Görüşmeleri (Strategic Arms Limitation Talks SALT I - 1972), ABD ve Sovyetler arasında nükleer silahların sayısını sınırlayan ilk anlaşma oldu. Antibalistik füze sistemlerini kısıtlayan bu anlaşma, nükleer yarışta bir fren mekanizması oluşturdu.
Helsinki Konferansı (1975) Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, Doğu ve Batı Bloku arasında güven artırıcı önlemleri ve insan hakları taahhütlerini içeriyordu. Helsinki Nihai Senedi, Soğuk Savaşta bir diyalog köprüsü kurdu.
ABD Başkanı Richard Nixon’ın 1972’de Çin’e ziyareti, Sovyetlere karşı stratejik bir denge oluşturdu ve Soğuk Savaşta üçgen diplomasiyi başlattı. Bu, Sovyetlerin yumuşama politikalarına daha ılımlı yaklaşmasını teşvik etti. ABD ve Sovyetler arasında tahıl ticareti gibi ekonomik anlaşmalar yapıldı. Sovyetler, Batı teknolojisine erişim sağlarken, ABD ekonomik kazanç elde etti. Yumuşama politikaları savaş sanayisi için alarm zillerinin çalmasına neden oldu. Küçülme korkusu sardı savaş mekanizmasını.
Silah Sert, Namlu Soğuktur: Yumuşamaya Gelmez
Soğuk Savaş boyunca Demokratlar ve Cumhuriyetçiler komünizmle mücadele konusunda ortak politikalara sahiplerdi. Yumuşama yeni politikalar konusunda ayrışmaya zemin hazırladı. Demokratlar neoliberal (Güneyin küreselci serbest piyasa, dış ticaret ve İngiliz etkisi), Cumhuriyetçiler neorealist (Kuzeyin ulusalcı sanayi ve Alman etkisi) politikaları geliştirmeye başladılar. Ancak bu ayrımın netleşmesi için zamana ihtiyaç vardı. Yumuşama politikalarını bitiren Sovyetlerin 1979 yılında Afganistan’a müdahalesi oldu. Bunun yanında 1979’da Nikaragua’da sosyalist Sandinistalar ABD yanlısı yönetimi devirdiler. Afganistan ve Nikaragua 10 yıl sürecek kaos ortamına sürüklendi. ABD ile Sovyetler, vekiller üzerinden Afganistan’da karşı karşıya geldiler.
1979’daki İran İslam devrimi ABD ve İngiltere için tam bir darbe oldu. Petrol şirketleri kovuldu. 1953’de Musaddık’ı devirerek kurdukları düzen yıkıldı. Öğrenciler tarafından ABD Büyükelçiliği basılarak çalışanları rehin alındı. 444 gün süren rehine krizinde başarısız bir kurtarma operasyonu yapıldı. Fiyasko ABD kamuoyunda infiale yol açtı ve 1980 Başkanlık seçimlerini etkiledi. Demokrat Carter seçimi kaybetti. Cumhuriyetçi Ronald Reagan yemin ettikten birkaç saat sonra rehineler serbest bırakıldı.
Rehine krizi devam ederken ABD ve İngiltere, Irak’a yönelik yaptırımları kaldırdılar. Irak’ın İran’a yönelik Şii yayılmacılığı korkusunu destekleyerek Irak’ı savaşa teşvik ettiler ve 1980 yılında başlayan savaşta Irak’a silah sattılar. İrangate skandalı (1986) Cumhuriyetçi yönetimin İran’a da gizlice silah satıldığını ortaya çıkardı. Afganistan savaşı, Nikaragua’daki iç çatışmalar ve İran – Irak savaşı korku sarmalını büyüttü. Dikenin kanattığı yaradan sızan kanın tadını yeniden alan savaş sanayisi küçülme korkusundan kurtuldu.
Sovyetlerin 1979’da Afganistan’a müdahalesi 10 yıl sürdü. 1989 yılında Sovyetler, Afganistan’dan çekildi. 1991 yılında da Sovyetler Birliği resmen dağıldı. 1988 yılında İran – Irak savaşı bitti. Nikaragua’da iç barış sağlandı. NATO ve CIA için sıkıntılı günler başladı. Komünizm çökmüş, en büyük düşman ortadan kalmıştı. Küçülme beraberinde geldi, CIA’da bütçe kısıntısı ve işten çıkarılmalar yaşandı. Savaş sanayisini yeniden küçülme korkusu bastı. Sovyetlerin dağılmasından sonra Doğu Avrupa hızla Avrupa Birliği’ne entegre edildi.
Dağılan Varşova Paktı’ndan sonra meşruiyet krizine giren NATO, Balkanlarda çıkan etnik çatışmalara müdahil oldu. Akabinde Doğu Avrupa ülkelerini de kapsayarak genişlemeye başladı. (1999’da Çekya, Macaristan, Polonya, 2004’de Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovekya, Slovenya, 2009’da Arnavutluk, Hırvatistan, 2017’de Karadağ, 2020’de Kuzey Makedonya, 2023’de Finlandiya ve 2024’de İsveç) NATO’nun genişlemesi ve yeni üsler ABD vergi mükellefleri için yeni yük oluşturdu. Ancak savaş sanayisi bundan yararlandı. NATO büyürken düşman ihtiyacı da büyüyordu. Sovyetler Birliği dağılmış komünizm tehlikesi kalmamıştı. Sovyetlerin mirasını (nükleer silahlar ve Kızılordu) devralan Rusya, Yeltsin döneminde Batı ile uyumlu politikalara yönelmişti, tehdit olacak güçte değildi, henüz Putin ortada yoktu ve acil korku kaynağına ihtiyaç vardı.
Eski Dostlar Düşman Olmaz Derler
Afganistan’da Sovyetlere karşı direnen mücahitleri NATO ve CIA eğitmiş, askeri teçhizat bakımından desteklemişti. Sovyetlerin çekilmesinden sonra Afganistan kaostan kurtulamamıştı. CIA ve NATO’nun yakından tanıdığı El Kaide örgütü ABD hedeflerine yönelik eylemlere başladı. Soğuk Savaşta NATO’nun düşman rengi, Kızılordu’yu ima edecek şekilde kırmızıydı. 1990’lı yılların başında düşman rengi sözde İslami terörü işaret ederek yeşile döndü. Başta İran hedefteydi. Daha sonra El Kaide 1998’de Kenya ve Tanzanya’daki ABD büyükelçiliklerine düzenlenen bombalı saldırılar (toplam 437 ölü 10 binden fazla yaralı) ve 2000’de USS Cole gemisine yapılan intihar saldırıları ile sahne aldı. 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagona yönelik uçaklarla gerçekleştirilen El Kaide saldırıları (2.996 ölü), CIA, NATO ve silah sanayisinin aradığı fırsatı yarattı. El Kaide fırsat mı yaratmıştı, El Kaide ile fırsat mı yaratılmıştı en çok tartışılan konulardan oldu.
Balkanlarda asker bulundurulmasına karşı çıkan Bush, önce Afganistan’a, sonra Irak’a savaş açmak zorunda kaldı. Büyük Ortadoğu Projesi ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı dizayn etme peşine düştü. Korku sarmalı yeniden zirve yaptı. Başkan Bush tarafından ilan edilen; “her nereden gelirse gelsin, muhtemel tehditlerin önleyici vuruş ile ortadan kaldırılması” şeklinde özetlenen güvenlik doktrini, korkunun formüle edilmiş haliydi. Terörden korkan ABD devlet terörü uygulamaya, tüm dünyaya korku salmaya başlamıştı. 22 ülkenin sınırı değişecek açıklamaları BOP’a konu ülkeler ve komşularında endişeleri artırdı. BOP, demokrasi vaat ederken ABD yandaşı diktatörlüklere uğramadı ama Sovyetlerin dağılmasından sonra Rusya’nın etki alanında kalan ülkelere (Libya, Mısır, Irak, Suriye) yıkım getirdi.
Afganistan’a müdahale kısa sürede sonuç verdi ve 2 ay içinde yönetim ABD’nin desteklediği güçlerin eline geçti. Ancak hakimiyet sağlanamadı ve 20 yıl süren kaosun ardından ABD 2022 yılında Afganistan’dan mağlup bir şekilde çekildi. 2.300 ABD askeri öldü, 20.000’den fazlası da yaralandı. Kaosta yüz binlerce Afgan öldü, milyonlarcası göçmek zorunda kaldı.
Brown Üniversitesi’nin raporuna göre 11 Eylül’den sonraki 20 yılda savaşların doğrudan maliyeti 8 trilyon dolara ulaşmıştı. Afganistan’da 2.3 trilyon dolardan fazla harcama yapılmıştı. Irak/Suriye savaş bölgesine askeri müdahalenin toplam maliyeti 2 trilyon doları geçerken, Somali ve birkaç Afrika ülkesi de dahil olmak üzere diğer ülkelerdeki askeri varlığın finansmanı için yaklaşık 350 milyar dolar daha harcandı. 2001 yılında 10 trilyon dolar olan ABD ulusal borcu 2018 yılında 27 trilyon dolara fırladı. 2019 Covid salgını ve Afganistan savaşının birlikte yükselttiği borç 2021 yılında 32.7 trilyon dolara ulaştı 2024 sonunda 35.4 trilyon dolar borç ile ABD, dünyada açık ara en yüksek borç miktarına sahip ülke. ABD Hazine Bakanlığının resmi sitesinde “Borçlarda büyük artışlara neden olan önemli son olaylar arasında Afganistan ve Irak Savaşları, 2008 Büyük Durgunluğu ve COVID-19 salgını yer almaktadır.” açıklaması yer almaktadır.
ABD, Afganistan bataklığından onuru kırılmış bir şekilde arkasında büyük insani dramlar, toplumsal yıkımlar bırakarak ayrıldı. ABD halkı 11 Eylül saldırılarının hemen ardından başlayan savaşa başta büyük destek vermişti (%80) savaş uzadıkça bu destek azaldı ve 2020 yılında yüzde 40’a geriledi. 11 Eylül saldırısının bir diğer doğrudan sonucu Irak’a savaş açılması oldu. Kitle imha silahları üretiyor bahanesi ile Irak’a girildi. Saddam Hüseyin yönetimi kısa sürede yenildi. Tüm aramalara rağmen kitle imha silahları üretildiğine dair kanıt bulunamadı. CIA gerçek dışı raporlarla ABD’yi savaşa sürüklemişti. CIA Soğuk Savaş sonrası eksiltilen kadrolarını ve ödeneklerini geri kazandı ama itibarı da tartışma konusu oldu.
Irak’ta uzun süren bir kaos dönemi yaşandı. Bu kaos DAEŞ gibi radikal örgütlerin doğmasına neden oldu. 2014 yılında DAEŞ, Irak ve Suriye’nin bir bölümünü ele geçirdi. Bu durum ABD’ye Suriye’nin petrol üretim bölgelerini ele geçirme fırsatı sundu. Diğer yandan müttefiki Türkiye ile krize sebep oldu. Ancak elde edilen gelir harcananın yanında çok düşük kaldı.
Küreselci – Ulusalcı Denkleminde Ayrılan Yollar
Savaşlar Demokratların neoliberal (Küreselci), Cumhuriyetçilerin neorealist (Ulusalcı) şeklindeki ayrışmasını derinleştirdi. Demokratlar savaşlara karşı çıkarken Cumhuriyetçiler güvenlik gerekçesiyle destekledi. Sovyetlerin dağılacağının anlaşılmasından itibaren bu ayrım kendini göstermeye başlamıştı. 1979 yılında İngiltere’de Thatcher’ın iktidara gelmesiyle birlikte neoliberal dönüşüm politikası uygulanmaya başlanmıştı. ABD’nin Demokratik Başkanı Carter bu dönüşümü destekledi. Bir yıl sonra Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesi oldu. Darbeciler neoliberal programı uygulamaya koydular. Başta sendikalar olmak üzere dönüşüme direnecek sol hareketler ezildi. Sağ siyaset yeniden yapılandırıldı. Demokratların küreselci neoliberal politikaları Türkiye’yi dönüştürürken İran’da da Cumhuriyetçilerle örtülü iş birliği gelişiyordu.
Türkiye’de irtica korkusu tırmanmaya başladı. Türkiye, İran olmayacak sloganları yükseldi. Sovyetlere ve İran’a karşı ılımlı İslam, yeşil kuşak projesi kapsamında desteklendi. İran yeşil düşman olarak ABD ve NATO tarafından şeytanlaştırıldı. Yeşil ton farkı ile dost ya da düşman rengi olmuştu. Aslında neoliberallerin açık yeşili ile neorealistlerin koyu yeşili karşı karşıya getirilmişti. Ancak Türkiye, Irak’ın düştüğü tuzağa düşmedi, korku sarmalında İran’a saldırmadı.
Korkut ve Yumurtaları Topla
Irak, İran savaşından sonra bozulan ekonomisini düzeltmek adına, ABD’nin de örtülü teşvikiyle (ABD Büyükelçisi April Glaspie’nin Arapların arasındaki sorunlara karışmayacağız mesajı üzerine) Kuveyt’i işgal etmişti. ABD ve İngiltere bu durumda Irak’a savaş açtı ve Irak Kuveyt’ten çıkartıldı. Petrodolar zengini Körfez ülkeleri korkunun sadece İran’dan gelmediğini görerek ABD’ye daha çok yaklaştı. Petrodolarlar ABD ve İngiltere’ye aktı, Körfeze silah satışı patladı. Tavuk altın yumurtlamaya deve kanından beslenmeye devam etti.
Ara Sonuç: Daha Büyük Korkularla Yüzleşmeye Doğru
Yazı serisinin I. bölümünde ABD’nin altın İkinci Dünya Savaşı öncesine kadar olan tarihi yolculuğu incelenmişti. Bu bölümde ise ağırlıklı olarak, küresel güç olmasını sağlayan İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında yeni dünya düzeninin ABD çıkarlarına göre nasıl tanzim edildiği ve 2000’li yıllara kadar hegemonyasının nasıl geliştiği konusu incelendi. III. bölümde güncel korkularla ABD’nin dünyayı yönetme çabaları ile bu çabaların nasıl manipüle edildiği konusu incelenecektir.
2 - https://www.sde.org.tr/analizler/kuresel-ingiliz-aklinin-kovboyla-dansi-analizi-57842
3 -https://www.sde.org.tr/analizler/sessiz-mutabakat-ve-soguk-savasin-golge-oyunlari-analizi-58283
4 - https://www.sde.org.tr/analizler/korku-sarmalinda-kuresel-satranc-analizi-58627
Galip TÜRKMEN (E. Başmüfettiş)
Diğer İçerikler