Tagayyür ve Tahrifatın Mahiyeti
Teknolojik inkişafın zirvesine ulaştığı bu çağda, kadim hayat nizamı ansızın ve kökten bir tagayyüre uğramıştır. Bu tagayyürün, insanın ruh âlemi üzerindeki tahrifatı, sadece psikolojinin değil, aynı zamanda nöro bilim felsefesinin de dikkat çektiği bir buhran meselesidir. Burada söz konusu olan, bilincin sadece seyirci konumuna indirgenmesiyle ortaya çıkan zihin pasifliğidir. Bu “Kaydırma Tutsaklığı” olarak adlandırılan durum, basit bir vakit kaybından öte, insanın varoluşsal zaman ile kurduğu ilişkinin felsefi bir çözülüşüdür. Bireyin saatlerini ekranın önünde heba etmesi, sadece ölçülebilir kronolojik zamanın tükenmesi değil, bizzat içsel zamanın ve gayeye dönük ahlaki zamanın (müeyyed akıl zamanı) iptalidir.
Ekranın sunduğu hızla akıp giden ve anlık tatmin esasına dayanan görsel akış, zihni edilgen bir alıcı konumuna hapseder. Bu sürekli ve kesintisiz uyarı bombardımanı, insanın irade gücünü ve tefekkür yetisini körelterek onu düşünsel tembelliğe itmektedir.
Bu yeni edinim biçimi, kişinin pratik hayat karşısında sabırsızlık eğilimine ve tahammülsüzlüğe yol açmaktadır. Zira dışarıdaki dünya, ekranın vaat ettiği derhal anında erişimi sunmamaktadır. Eylemin yavaşlığına, emeğin zahmetine ve sonuçların ertelenmesine dayanan gerçek hayat, “kaydırma mantığı” ile yetişen zihin için bir sıkıntı kaynağı teşkil eder. Böylelikle, insan hakikate ulaşmak için gerekli olan sebatı ve derinleşmeyi yitirerek, amelin ruhundan kopar ve tümel bir yüzeyselleşmeye mahkûm olur. Bu, sadece bir bağımlılık değil, irfanın imhası ve hız kültünün ahlakî sahayı işgalidir.
Âlem Tasavvurunun Çöküşü ve Mükellefiyetin Çıkmazı
İnsanın zamanını cüzi uğraşlara bağlaması ve bu eylemin bir bağımlılığa dönüşmesi, onu varoluşun ulvi maksadından saptırmıştır. Bu durum, bireyin âlem tasavvurunu ihlal etmekte ve onu asıl varoluşsal arayıştan mahrum kılmaktadır.
İnsan, âlemin içinde kendi mahiyetini/özünü zedeleyen bu pasifize olma haliyle, üzerine yüklenmiş olan ilahi emaneti ve ondan kaynaklanan mükellefiyeti inkâr eder bir noktaya varmaktadır. Emanet dediğimiz, Allah ile insan arasında kurulmuş, aklın ve iradenin tanıklığıyla tahkim edilmiş bir misaktır. Bu ahde riayet etmek, insanın ahlakının temelini teşkil eder. Ekranın kesintisiz akışına kendini maruz bırakarak kaydırma bağımlılığına düşen ve teknolojik imkânları gayri ahlaki bir tüketim zemininde kullanan birey, ontolojik misakla kendisine tevdi edilen insanî sorumluluğa ciddi bir zarar vermektedir. Bu durum, bireyin varoluşsal anlam arayışını sekteye uğratmakta ve maneviyat düzleminde derin bir boşluğa (nihilizme) düşüşünü tetiklemektedir.
Bu vahametin idrakinden yoksun bir halde, ekran tutsaklığına devam eden kişinin bilişsel işlevlerinde bir daralma gözlemlenir. Sürekli ve yüzeysel enformasyon akışı, bilişsel yükü artırırken, derin düşünme ve kavramsal soyutlama yeteneklerini zayıflatır. Neticede, birey dar bir kavramsal çerçeve ile yetinmek zorunda kalır ve epistemik ve entelektüel dünyası kısıtlı bir ufukla sınırlanır. Bu kısıtlılık, eleştirel analiz ve bütüncül kavrayışın kaybına yol açan, ahlaki olduğu kadar bilişsel bir erozyondur.
Aklın Askıya Alınışı ve Müeyyed Akıl Kavramı
Asıl felsefi problem, kaydırma bağımlılığın, aklın askıya alınması ameliyesine yol açmasıdır. Taha Abdurrahman'ın felsefi düsturunda kritik bir yeri olan, sadece soyut akıl (mücerred akıl) değil, aynı zamanda amel ile tahkim edilmiş olan müeyyed akıl (desteklenmiş, teyit edilmiş akıl) burada işlevini yitirir.
Bu bağımlılık, aklı salt bir araçsallıktan çıkarıp, onu edilgen ve pasif bir alıcı konumuna indirger. Aklın bu işlekliğini yitirmesi ise, insanın sorumluluk bilincinin çözülmesine neden olur. Zira sorumluluk, müeyyed akıl ile kurulan manevi-pratik bir bağdır.
Aklın manevi gayelerden tecrit edilerek (soyutlanarak) sadece hazza yönelmesi, insanı yeryüzünün vekil (halife) olma vasfından uzaklaştırır. Bu durum, insanın hikmetli bir yaşam yerine, gereksiz meşguliyetler (lehviyat) peşinde koşarak vaktini heba etmesi anlamına gelir.
Ahlaki Çöküşün İlanı
Ekran tutsaklığı hem insanın fıtratının zedelenmesine hem de ahlaki ve vicdani görevlerini ihmal eden bir varlığa dönüşmesine işaret etmektedir. Kaydırma uygarlığı, amel ve ahlak ekseninden kaymış, kâmil insan idealinden uzaklaşmış bir zihniyetin tezahürüdür. Bu vaziyet, sadece kişisel bir kusur değil, medeniyet çapında bir ahlaki tenkit konusudur.
Netice itibarıyla, mevcut dijitalleşme evresinde, bireyin kendi fıtratını koruması ve ilahi misaka sadık kalması, felsefi ve ahlaki açıdan büyük bir öneme sahiptir. Kevser insanın (bütünlük sahibi, hayırlı ve bereketli kişinin) temel nitelikleri arasında, varoluşun amacına dair bu bütüncül kavrayış yatmaktadır.
Buna karşın, ebter insan (köksüz, bereketsiz, soyu kesik) metaforu, yaşamını ekrana bağlı bir tutsaklık içinde idame ettiren; âlemi dar bir kavramsal çerçevede tasavvur eden ve hem kendisini hem de çevresini sathi(yüzeysel) düzeyde yorumlayan kişiyi temsil eder.
Günümüzde kaydırma tutsaklığı olarak tezahür eden sosyal medya mefhumu, bireyin zihin dünyasına zincir vuran ve onu hakikatten koparan, yapay ve ütopik bir sanal âleme sürükleyen bir bilişsel hapis durumudur. Bu hususların idrak edilmesi ve bu teknolojik tahakkümün önüne geçilmesi, insanın manevi âleminin ve ontolojik derinliğinin muhafazası için hayati bir ehemmiyet arz etmektedir. Bu, ahlaki rüştün ve aktif akıl yürütmenin bir gereğidir.