Amerika Birleşik Devletleri-I Korku Sarmalında Yükselen Hegemon

  1. Anasayfa /
  2. Tüm Analizler
  3. /
  4. Analiz
SDE Editör | 21 Temmuz 2025
h4 { font-size: 24px !important; } Print Friendly and PDF

"Harese nedir bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım: develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir.

Huzursuzluk. Zülfi Livaneli

Giriş

Bugün dünya sahnesinin en belirleyici aktörlerinden biri olan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), modern tarihi ve politik yapısıyla sıkça mercek altına alınır. Ancak bu devasa gücün temelini oluşturan dinamikleri kavramak için, onun keşfinden önceki döneme, ilk kolonilerin nasıl yeşerdiğine ve bu "yeni dünyanın" kendi içindeki çatışmalarla nasıl şekillendiğine göz atmak gerekir. ABD'nin politikaları, iç korkuları ve küresel rolü, coğrafi keşiflerle başlayan ve kıtanın kültürel, ekonomik ve politik evrimiyle süregelen derin bir tarihe dayanır. Bu makale ana hatları ile ABD’nin dış politikasını etkileyen iç ve dış dinamiklere, ABD’nin tepkilerine yoğunlaşmaktadır. Devasa gücün manipüle edilmesine yol açan zaafları vurgulanmakta ve günümüze yansımaları ele alınmaktadır. Şüphesiz her olay birçok faktörün bileşkesi ve zaman faktörü ile uyumu neticesinde gerçekleşir. Burada temel etkenlere değinilecek ve korku sarmalında ABD’nin ve dünyanın şekillenişi üç ayrı makale halinde ele alınacaktır.

Keşif Öncesi Amerika: Çeşitliliğin Kıtası ve Kadim Uygarlıklar

Avrupalıların ayak basmasından önce bu geniş ve coğrafi açıdan zengin topraklarda sayısız yerli uygarlık ve kabile varlık göstermişti. Kuzey Amerika'da yaşayan yerli topluluklar, modern anlamda merkezi devletlerden ziyade kabile temelli, konfederasyon veya yerel yönetim sistemlerine dayalı siyasi yapılar geliştirmişlerdi. Mississippi Nehri vadisinde şehir devletleri kuran Mississippian kültürü, Güneybatı'da karmaşık sulama sistemleriyle tarım yapan Pueblo halkları, Kuzeydoğu'da Konfederasyonlar kuran İrokua (Iroquois) halkları gibi topluluklar, kıtanın zengin tarihinin sadece birkaç örneğiydi. Bu yerli halklar; tarım, avcılık, balıkçılık ve toplayıcılıkla geçiniyor, kendine özgü inanç sistemlerine, sosyal yapılara ve yönetim biçimlerine sahipti. Ancak, Avrupalıların gelişiyle birlikte bu düzen, geri döndürülemez bir değişimin eşiğine gelecekti.

Yeni Bir Dünyaya Adım: İlk Koloniler ve Çeşitlenen Amaçlar

1492 yılında Kristof Kolomb'un Amerika'ya ayak basması, "Yeni Dünya"nın keşfinin sembolik başlangıcı olarak kabul edilir. Kuzey Amerika'ya yerleşen ilk Avrupalılar genellikle İngilizlerdi. Kısa sürede İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar ve Hollandalılar yeni topraklarda hak iddia etmeye başladılar. Bu güçler, zenginlik arayışı, dini yayılma ve emperyal hırslarla kıtaya akın ettiler.

İngilizlerin kolonileşme motivasyonları çeşitlilik gösteriyor. 1607'de kurulan ilk kalıcı İngiliz kolonisi Jamestown, Virginia, büyük ölçüde tütün ekimiyle ekonomik kazanç sağlamak amacıyla kurulmuştu.1620'de Plymouth, Massachusetts'e ulaşan Püritenler (Hacılar) gibi gruplar, İngiltere'deki dini baskılardan kaçarak kendi inançlarına göre bir yaşam kurma arzusuyla buraya gelmişlerdi. Güneydeki Karolina ve Georgia gibi kolonilerde büyük ölçekli tarım (pamuk, pirinç) ve köle emeği yaygınlaşırken, orta koloniler olan New York, Pensilvanya, New Jersey ve Delaware daha çeşitli bir ekonomik ve kültürel yapıya sahipti.

Her koloninin kendine özgü bir kimliği ve yerel yönetimi oluşmaya başlasa da, hepsi de Britanya Kraliyeti'nin kontrolü altındaydı. Bu koloniler, Avrupalı güçler arasında rekabetin ve yerli halklarla çatışmaların merkezi haline geldi. Toprak mücadelesi, kaynakların sömürülmesi ve Avrupalıların getirdiği hastalıklar, yerli nüfusun büyük ölçüde yok olmasına yol açtı. Kolonilerin zenginlik hırsı, yerli halklarda korku ve yıkım yaratarak kanlı bir döngüyü başlattı. ”Köşek (1 yaşından küçük deve yavrusu) dikeni çiğnemeye kanın tadını almaya başlamıştı.

Alman Göçleri ve ABD’deki Siyasal Etkileri (1776-1861)

Alman göçmenler, 18. yüzyılın başlarından itibaren Amerika’ya akın etti, ancak 1776’dan İç Savaş’a kadar olan dönemde bu hareket, ABD’nin demografisini ve kültürünü derinden şekillendirdi. 1680’lerden itibaren, özellikle dini baskılardan (Protestan mezhep çatışmaları) ve ekonomik zorluklardan kaçan Palatin Almanları, Pennsylvania’ya yerleşti. 1776’da, yaklaşık 225.000 Alman kökenli insan, kolonilerin toplam nüfusunun (2,5 milyon) %9’unu oluşturuyordu.

19. yüzyılda göç dalgası hızlandı. 1830’lardan itibaren, Almanya’daki ekonomik krizler (tarım verimsizliği, sanayileşme baskısı), 1848 Devrimleri’nin başarısızlığı ve siyasi baskılar, on binlerce Almanın ABD’ye göç etmesine yol açtı. 1850’lere gelindiğinde, Alman göçmenler İrlandalılarla birlikte en büyük göçmen grubuydu. 1860’ta ABD nüfusunun (31,5 milyon) yaklaşık 1,3 milyonu Alman doğumluydu; ikinci nesil dahil edildiğinde, bu sayı 4 milyona yaklaşıyordu. Tarım, zanaat ve sanayi alanlarında etkili oldular.

Siyasal Etkiler ve Kutuplaşma

Alman göçmenlerin siyasal etkisi, sayıları ve örgütlenme becerileriyle büyüktü, ancak bu etki, ABD’nin kölelik ve federal otorite gibi temel tartışmalarında karmaşık bir rol oynadı. 1776-1800 arasında, Alman göçmenler genellikle Demokratik-Cumhuriyetçi Parti’yi (Jefferson, Madison) destekledi. Federalistlerin (Hamilton) güçlü merkezi hükümet ve elitist politikalarına karşı, Alman çiftçiler eyalet hakları ve tarım odaklı politikaları tercih etti. Pennsylvania’da Alman oyları, 1800’de Jefferson’ın başkanlık zaferinde kilit rol oynadı.

1848’de Almanya’daki başarısız devrimlerden kaçan “Kırk Sekizler” (Forty-Eighters), liberal ve entelektüel bir göçmen dalgası getirdi. Carl Schurz gibi isimler, özgürlükçü idealleriyle ABD siyasetine yön verdi. Bu grup, köleliğe karşı çıktı; Kuzey’de büyüyen kölelik karşıtı harekete destek verdi. 1854’te Cumhuriyetçi Parti’nin kuruluşunda, Alman göçmenler önemli bir taban oluşturdu.

Alman göçmenler, İç Savaş’ta (1861-1865) Birlik (Kuzey) için kritik bir güç oldu. Yaklaşık 200.000 Alman kökenli asker, Birlik ordusunda savaştı; Missouri’de Alman milisler, eyaleti Birlik’te tuttu. Almanların kölelik karşıtlığı, Kuzey’in moral ve insan gücünü artırdı, ancak bu tutum, Güney’de “yabancı müdahalesi” olarak algılandı.

Kölelik karşıtlığı, Alman topluluklarını Birlik yanlısı yaptı, ama bu, kölelikten önemli bir gelir elde eden İngiliz kökenlilerin çoğunlukta olduğu Güney’le uzlaşmayı zorlaştırarak İç Savaş’a giden kutuplaşmayı derinleştirdi. Almanya, Avrupa’nın ortasında, kölelik ticaretinden nasibini almamış olarak doğdu. Almanlar, İngiliz, Fransız ve Hollanda gibi diğer sömürgeci toplumlardan çok sonra sömürgecilik peşine düştüler. Alman felsefesi ve kültürü köleliğin artık insanlık suçu olarak görülmeye başladığı bir dönemde gelişti. ABD’de kölecilik karşıtı olmaları hem kültür olarak hem iştigal ettikleri meslekler icabıydı.

Alman göçmenlerin tarım, zanaat ve kölelik karşıtlığı gibi katkıları, ABD’nin demografik ve siyasal yapısını şekillendirdi. Ancak, aynı dönemde, dini bir hareket olarak Evanjelizm, Püritenlerden başlayarak kolonilerin ahlaki ve ideolojik kimliğini derinden etkiledi.

 

Evanjelik Göçleri ve ABD’deki Etkileri

 

Evanjelizm, İncil’in otoritesine, bireysel kurtuluşa ve misyonerlik faaliyetlerine vurgu yapan bir Protestan hareketidir. Evanjelikler, bireyin “yeniden doğuş” (born-again) deneyimini ve kıyamet inancını merkeze alır; özellikle Yahudilerin “Kenan Diyarı”na dönüşünün, İsa Mesih’in ikinci gelişinin öncülü olduğuna inanırlar. Bu teolojik görüş, Hıristiyan Siyonizmi olarak bilinen ve İsrail’e kayıtsız şartsız destek sunan bir ideolojiyi doğurdu.

 

Evanjelizm’in Amerika’ya girişi, 17. yüzyılda İngiltere’deki dini baskılardan kaçan Püritenlerin göçüyle başladı. Püritenler, Anglikan Kilisesi’ni Katolik unsurlardan arındırmak ve yeni bir “Siyon” kurmak amacıyla 1620’lerde Massachusetts’e yerleşti. 18. yüzyılda, Birinci Büyük Uyanış (1730’lar-1740’lar) vaizlerin bireysel dindarlık ve vicdan özgürlüğü vurgusuyla kolonilerde dini coşkuyu ateşledi. Bu hareket, kolonilerin ahlaki ve ideolojik kimliğini şekillendirerek Amerikan Devrimi’nin zeminini hazırladı. İngiliz monarşisine karşı “Tanrı’nın iradesi”ni savunan bir retorik geliştirdi.

 

19. yüzyıldaki İkinci Büyük Uyanış (1790’lar-1840’lar), Evanjelik Protestanlığı ABD’nin baskın dini ifadesi haline getirdi. Evanjelik vaizler, kölelik karşıtlığı, içki yasağı ve kadın hakları gibi reform hareketlerini ateşledi, ancak Güney’deki Evanjelikler köleliği İncil’le meşrulaştırarak bölünme yarattı. II. Dünya Savaşı sonrası, Evanjelizm, kamusal alanda yeniden yükseldi. Evanjelik hareket, ABD’nin tarihsel ve modern siyasetinde derin bir etkiye sahip oldu.

 

Evanjelikler, sanayileşmenin getirdiği ahlaki çöküş korkusuna karşı içki yasağı ve eğitim reformları gibi hareketleri destekledi. “Manifest Destiny” (Kaderin Açık Yazgısı) ideolojisi, Evanjelik misyonerlik ruhuyla birleşerek ABD’nin batıya ve küresel ölçekte yayılmasını dini bir misyon olarak meşrulaştırdı. Komünizmi “Tanrısız” bir tehdit olarak görerek ABD’nin Soğuk Savaş’taki ideolojik mücadelesini destekledi. Evanjelikler, Amerikan istisnacılığını “Tanrı’nın seçilmiş milleti” inancıyla pekiştirdi.

 

1970’lerden itibaren, Evanjelikler, özellikle Cumhuriyetçi Parti içinde güçlü bir lobi haline geldi. 1980’lerdeki “Moral Majority” (Ahlaki Çoğunluk) hareketi, kürtaj, eşcinsel evlilik ve eğitimde din gibi konularda muhafazakâr bir gündemi şekillendirdi. Günümüzde, Evanjelikler ABD nüfusunun %20-25’ini oluşturur ve Cumhuriyetçi Parti’nin tabanında belirleyici bir rol oynar.

Hıristiyan Siyonizmi ve İsrail Desteği

Evanjeliklerin İsrail’e desteği, kıyamet inancına dayanır. Onlara göre Yahudilerin kutsal topraklara dönüşü, İsa Mesih’in ikinci gelişinin öncülüdür. Bu nedenle, Evanjelikler, İsrail’in 1948’de kuruluşunu ve Yahudi yerleşimlerini İncil’deki kehanetlerin gerçekleşmesi olarak görürler. Soğuk Savaş’ta, İsrail’i komünizme karşı bir müttefik olarak algılamaları, bu desteği güçlendirdi. Evanjelik lobiler, ABD’nin Ortadoğu politikalarını şekillendirdi; örneğin, Trump’ın 2018’de ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararı, Evanjeliklerin etkisiyle alındı.

Evanjelik hareket, ABD’nin “korku sarmalı”nı dini bir çerçeveyle güçlendirdi. Kolonileşme döneminde dini saflığı koruma korkusu, İç Savaş öncesi ahlaki çöküş korkusu, Soğuk Savaş’ta Tanrısız komünizm korkusu ve modern dönemde kültürel yozlaşma korkusu, Evanjeliklerin reformist ve muhafazakâr gündemlerini şekillendirdi. Bu korkular, Evanjelikleri hem toplumsal reformlarda hem de dış politikada etkili bir aktör haline getirdi.

Bağımsızlık Yolunda Birleşen Koloniler: Özgürlük Arayışı ve Yeni Bir Ulusun Doğuşu

On sekizinci yüzyılın ortalarına doğru, Kuzey Amerika'daki 13 İngiliz kolonisi, Atlantik kıyısı boyunca kendine özgü kimliklerini oturtmuştu. Ancak ana vatan İngiltere ile ilişkiler giderek gerginleşiyordu. İngiltere'nin Yedi Yıl Savaşları (Fransız ve Kızılderili Savaşı olarak da bilinir) sonrası artan borçlarını kapatmak için kolonilere yeni vergiler yüklemesi ("Pul Yasası", "Çay Yasası" gibi) büyük tepki topladı. Kolonistler, İngiliz Parlamentosu'nda temsil edilmedikleri sürece vergilendirilmeyi haksız buluyorlardı.

Bu durum, kolonilerde derin bir korku tohumu ekiyordu: İngiliz Hükümeti'nin giderek artan baskıcı politikaları altında özgürlüklerini ve özerkliklerini kaybetme korkusu. Boston Çay Partisi gibi protestolar ve İngiliz askerlerinin kolonicilere karşı uyguladığı şiddet (Boston Katliamı), bu korkuyu daha da derinleştirdi ve bağımsızlık fikrinin yeşermesine zemin hazırladı.

Devrim Ateşi ve Bağımsızlık İdealleri

Gerilimler doruk noktasına ulaştığında, koloniler birleşme ve kendi kaderlerini tayin etme yolunu seçti. 1775'te başlayan Amerikan Devrimi Savaşı, kolonistlerin özgürlük arayışlarının bir sembolü oldu. Thomas Jefferson'ın kaleme aldığı ve 4 Temmuz 1776'da kabul edilen Bağımsızlık Bildirgesi, yalnızca İngiltere'den ayrılmanın bir ilanı değil, aynı zamanda tüm insanların eşit yaratıldığı, yaşam, özgürlük ve mutluluk arayışı gibi devredilemez haklara sahip olduğu inancını dünyaya duyuran evrensel bir manifesto idi. Bu bildirge, ABD'nin kurulacağı ideolojik zemini net bir şekilde ortaya koyuyordu: bireysel özgürlük, cumhuriyetçilik ve halk egemenliği.

Savaş, George Washington'ın liderliğindeki Kıta Ordusu'nun ve Fransa'nın desteğiyle kazanıldı. 1783 Paris Antlaşması ile İngiltere, 13 koloninin bağımsızlığını resmen tanıdı. Böylece, tarih sahnesine Amerika Birleşik Devletleri adında yeni bir devlet çıktı.

Yeni Bir Ulusun Temelleri: Anayasa ve Federalist Yapı

Bağımsızlık kazanıldıktan sonra, genç ulus için en büyük meydan okuma, dağınık kolonileri tek bir  devlet çatısı altında birleştirmekti. Bu durum, ülkenin iç istikrarı ve dış tehditlere karşı savunmasızlığı konusunda ciddi endişeler ve korkular yaratıyordu. Bu korkular, daha güçlü bir merkezi yapıya duyulan ihtiyacı belirginleştirdi. Bu kaygıları gidermek için, 1787'de toplanan Anayasa Konvansiyonu, ABD'nin temelini oluşturan Anayasayı hazırladı. ABD'nin bu ilk adımları, özgürlük ve demokrasi idealini dünya sahnesine taşırken, aynı zamanda kendi içinde bir dizi içsel korku ve çelişkiyle (kölelik meselesi gibi) nasıl yoğrulduğunun da bir başlangıcı oldu. Bu temel yapılar ve ilkeler, ABD'nin ilerideki dış ve iç politikalarının omurgasını oluşturacaktı.

Genç Devletin İç Çelişkileri: Toprak Genişlemesi, Kölelik ve Kuzey-Güney Ayrımı

Bağımsızlık sonrası Amerika Birleşik Devletleri, bir yandan yeni ulusal kimliğini pekiştirmeye çalışırken, bir yandan da devasa bir coğrafi genişleme sürecine girdi. "Kaderin Açık Yazgısı" (Manifest Destiny) inancıyla desteklenen bu yayılmacılık, ABD'nin Pasifik Okyanusu'na kadar uzanmasını sağladı. Louisiana satın alınmasıyla (1803) başlayan bu süreç, Teksas'ın ilhakı,(1845) Oregon Antlaşması ve Meksika-Amerika Savaşı (1846-1848) sonucunda elde edilen geniş topraklarla devam etti. 1867 yılında Alaska, Rusya’dan satın alındı. Ancak bu hızlı genişleme, beraberinde derin bir iç çatışmayı da getirecekti: kölelik meselesi.

Kölelik: Genç Devletin En Büyük Çelişkisi ve Korkusu

Kölelik, ABD'nin kuruluşundan itibaren var olan ancak giderek büyüyen bir yara idi. Kuzey ve Güney eyaletleri arasında köleliğe bakış açısı, ekonomik ve sosyal yapıları nedeniyle kökten farklıydı:

Güney Eyaletleri: Pamuk, tütün ve pirinç gibi emek yoğun tarım ürünlerinin yetiştirildiği Güney, ekonomisini büyük ölçüde köle emeğine dayandırıyordu. Kölelik, Güney'in ekonomik ve sosyal düzeninin vazgeçilmez bir parçası olarak görülüyor, köle sahipleri için bir yaşam biçimi ve zenginlik kaynağıydı. Güney'in en büyük korkusu, bu sistemin ortadan kalkmasıyla ekonomik çöküş ve toplumsal karmaşaydı. Bu korku, eyalet hakları ve federal hükümetin müdahalesine karşı sert bir direnci beraberinde getiriyordu.

Kuzey Eyaletleri: Sanayileşmenin ve ticaretin geliştiği Kuzey'de ise kölelik ekonomik olarak daha az önemliydi ve giderek daha fazla eyalette yasa dışı hale getiriliyordu. Kuzey'de köleliğe karşı çıkanlar, bunun ahlaki bir kötülük olduğunu ve ülkenin kuruluş idealleriyle (özgürlük, eşitlik) çeliştiğini savunuyordu. Kuzey'in korkusu ise, köleliğin batıya doğru genişlemesi ve ulusal değerlerin yozlaşmasıydı.

Yeni kazanılan batı topraklarına köleliğin yayılıp yayılmayacağı sorusu, Kuzey ve Güney arasındaki gerilimi doruk noktasına çıkardı. Bu, her iki taraf için de geleceğe dair büyük bir belirsizlik ve varoluşsal bir korku kaynağıydı. Missouri Uzlaşması (1820) ve Kansas-Nebraska Yasası (1854) gibi girişimler, bu çatışmayı çözmek yerine daha da derinleştirdi.

Bir Ulusun İkiye Bölünme Korkusu: İç Savaş

Bu derin ayrılıklar, 1860 yılında kölelik karşıtı Cumhuriyetçi Abraham Lincoln'ün başkan seçilmesiyle patlak verdi. Güney eyaletleri, kendi "yaşam tarzlarının" ve ekonomik sistemlerinin tehdit altında olduğu korkusuyla, Birlikten ayrılmaya karar verdiler ve Konfederasyon Devletleri'ni kurdular. 1861'de başlayan Amerikan İç Savaşı, köleliğin kaldırılması ve Birliğin korunması için verilen kanlı bir mücadele oldu. Dört yıl süren bu savaş, Amerikan tarihinde en fazla can kaybına yol açan çatışmaydı. Savaşın sonunda Birlik galip geldi, kölelik kaldırıldı ve ulus yeniden birleşti.

Amerikan İç Savaşı'nın yıkıcı etkilerine rağmen, Birleşik Devletler şaşırtıcı bir hızla toparlandı. Savaş sonrası Yeniden Yapılanma dönemi, köleliğin kaldırılması ve Afro-Amerikalıların vatandaşlık hakları kazanması gibi önemli toplumsal değişimleri beraberinde getirdi. Ancak bu dönem, aynı zamanda siyasi çekişmeler, ırksal gerilimler ve Güney'in ekonomik olarak yeniden entegrasyonu gibi zorluklarla doluydu. Bu süreçte, ulusun bir daha parçalanma veya içsel bölünme korkusu, federal hükümetin gücünü pekiştiren bir faktör olarak işledi.

Sanayileşme Çağı: Demiryolları, Fabrikalar ve Gelişen Ekonomi

19.yüzyılın son çeyreği, ABD için eşi benzeri görülmemiş bir sanayileşme çağı oldu. Ülkenin batısındaki geniş topraklar, zengin doğal kaynaklar (kömür, demir, petrol) ve Avrupa'dan gelen büyük göçmen dalgalarıyla artan iş gücü, bu dönüşümün temel itici güçleriydi.

Demiryolları: Kıta genelinde demiryolu ağlarının hızla genişlemesi, hem hammadde taşımacılığını hem de bitmiş ürünlerin pazarlara ulaşmasını kolaylaştırdı. Bu, devasa sanayi merkezlerinin ortaya çıkmasına ve tarım ürünlerinin ulusal pazarlara erişimine olanak tanıdı.

İnovasyon ve Girişimcilik: Andrew Carnegie (çelik), John D. Rockefeller (petrol) ve Cornelius Vanderbilt (demiryolları) gibi "sanayi devleri", yeni teknolojileri ve üretim yöntemlerini kullanarak Amerikan ekonomisini bambaşka bir seviyeye taşıdı.

Kentsel Gelişim ve Göç: Sanayileşme, büyük kentlerin (New York, Chicago, Pittsburgh) hızla büyümesini tetikledi. Kırsal kesimlerden ve özellikle Avrupa'dan gelen milyonlarca göçmen, bu şehirlerdeki fabrikalarda iş bularak yeni bir "Amerikan rüyası" peşine düştü.

Tarifelerin Yükselişi: Yerli Sanayiyi Koruma Korkusu

Bu hızlı sanayileşme sürecinde, tarifeler (gümrük vergileri), Amerikan hükümetlerinin en önemli ekonomik araçlarından biri haline geldi. Temel amaç, yerli sanayiyi ve üreticileri, daha ucuz yabancı malların rekabetinden korumaktı. Bu, özellikle yeni kurulan ve gelişmekte olan sanayiler için hayati bir "koruma kalkanı" görevi görüyordu.

İç Savaş'tan sonraki dönemde, Cumhuriyetçi Parti'nin hakim olduğu Kongre, genellikle yüksek tarifeleri destekledi. Bu politika, Amerikan mallarının iç pazarda daha rekabetçi olmasını sağlarken, aynı zamanda federal hükümete önemli bir gelir kaynağı sağlıyordu. İngiltere gibi köklü sanayi güçlerinin rekabeti karşısında ayakta kalma ve kendi endüstrilerini inşa etme korkusu, bu korumacı yaklaşımı besliyordu.

Tarifeler, ABD içinde de sürekli bir tartışma konusu oldu. Sanayici Kuzey, genellikle yüksek tarifelerden yana olurken, tarıma dayalı Güney ve çiftçiler, ithal malların pahalılaşmasından ve kendi ürünlerinin ihracatının engellenmesinden şikayet ediyordu. Bu durum, federal hükümetin ekonomik politikalarını belirlerken farklı bölgesel çıkarlar arasındaki dengeyi nasıl kurduğu konusunda önemli bir göstergeydi. Bu dönemdeki tarifeler, sadece ekonomik bir araç olmaktan öte, ulusal birliği koruma ve içsel ekonomik çatışmaları yönetme arayışının bir yansımasıydı.

Partiler Arası İlk Ayrım: Federalistlerden Demokratik Cumhuriyetçilere

Amerika Birleşik Devletleri bağımsızlığını kazanmış, Anayasası kabul edilmişti; ancak genç devlet, nasıl yönetileceği konusunda büyük bir uzlaşmazlığın eşiğindeydi. Kurucu Babalar, siyasi partilerin ülkeyi böleceği ve ulusal birliği tehdit edeceği korkusunu taşıyordu. George Washington'ın başkanlığı döneminde dahi bu partizanlık henüz resmiyet kazanmamış olsa da, kabinesindeki en önemli isimler arasında dahi derin ideolojik farklılıklar belirginleşmeye başlamıştı. Bu farklılıklar, kısa sürede ABD'nin ilk büyük siyasi ayrımını ortaya çıkaracaktı: Federalistler ve Demokratik-Cumhuriyetçiler.

Federalist Parti

Federalistler, Konfederasyon Maddeleri dönemindeki zayıf merkezi yönetimin getirdiği kaos ve ulusal güvenlik endişelerinin bir daha yaşanmaması korkusuyla, güçlü bir federal hükümetin ulusun istikrarı ve refahı için olmazsa olmaz olduğuna inanıyorlardı. Anayasa'nın "gevşek yorumlanmasını" savunuyor, federal hükümetin açıkça yasaklanmamış her türlü yetkiyi kullanabileceğini iddia ediyorlardı.

Alexander Hamilton, genç ABD'nin geleceğini sanayileşme, ticaret ve güçlü bir bankacılık sisteminde görüyordu. Ulusal bir banka kurulmasını, federal hükümetin eyalet borçlarını üstlenmesini ve yerli sanayiyi korumak için yüksek tarifeler uygulanmasını savunuyordu. Bu, özellikle İngiltere gibi köklü sanayi güçlerinin rekabetinden duyulan korkunun bir yansımasıydı.

Federalistlerin dış politikada İngiltere ile daha yakın ilişkileri tercih etmelerinin temelinde, İngiltere'nin güçlü ticari ağı ve finansal sistemi ile olan ekonomik bağlar yatıyordu. Ayrıca, Fransız Devrimi'nin aşırılıklarından duyulan korku, İngiliz istikrarına olan eğilimlerini artırıyordu. Genellikle Kuzeydoğu'daki tüccarlar, bankacılar, büyük toprak sahipleri ve sanayiciler tarafından destekleniyorlardı.

Demokratik-Cumhuriyetçi Parti

Demokratik-Cumhuriyetçiler, güçlü bir merkezi hükümetin otoriterleşeceği ve halkın özgürlüklerini kısıtlayacağı korkusunu taşıyorlardı. Anayasa'nın "katı yorumlanmasını" savunuyor, federal hükümetin yalnızca Anayasa'da açıkça belirtilen yetkileri kullanması gerektiğini düşünüyorlardı. Eyalet haklarının federal müdahalelere karşı korunması, onlar için temel bir ilkeydi.

Thomas Jefferson, ülkenin geleceğini bağımsız çiftçilerden oluşan bir "tarım cumhuriyeti"nde görüyordu. Sanayileşmenin yolsuzluğa ve toplumsal eşitsizliğe yol açacağı endişesini taşıyor, ulusal bankaya ve yüksek tarifelere karşı çıkıyorlardı. Onlar için tarım, cumhuriyetçi erdemlerin ve özgürlüğün temeliydi.

Fransız Devrimi'nin ideallerine sempati duyuyor, özgürlük ve cumhuriyetçilik ilkelerinin Fransa tarafından daha iyi temsil edildiğine inanıyorlardı. Bu, İngiliz monarşisinden ve aristokratik etkilerinden duyulan korkuyla da besleniyordu. Genellikle Güney'deki çiftçiler, esnaf ve kırsal kesimdeki sıradan vatandaşlar tarafından destekleniyorlardı.

İlk Partizan Ayrılığın Sonuçları ve Kalıcı Mirası

Bu iki parti sistemi, ABD'nin henüz kuruluş aşamasındayken dahi temel yönetim felsefesi, ekonomik model ve dış ilişkiler konularında derin farklılıklar yaşadığını gösteriyordu. Federalistler, 1800'lerin başında etkilerini kaybederken, Demokratik-Cumhuriyetçiler iktidara geldi ve bir süre Amerikan siyasetine damga vurdu. Ancak zamanla bu parti de kendi içinde bölünerek (özellikle 1824 seçimlerinden sonra) Andrew Jackson'ın liderliğindeki Demokrat Parti'yi ve daha sonra Cumhuriyetçi Parti'nin oluşumuna zemin hazırlayan farklı grupları doğurdu.

Bugünkü Demokrat ve Cumhuriyetçi Partiler, bu ilk ayrılığın doğrudan mirasçıları olmasalar da, temel felsefeleri ve odak noktaları zaman içinde evrilerek bugünkü hallerini aldılar. Ancak güçlü merkezi hükümet. eyalet hakları, sanayi, tarım, küreselcilik ve ulusalcılık gibi gerilimler, farklı formlarda da olsa Amerikan siyasetinin kalıcı bir parçası olmaya devam etti. Bu erken dönemdeki bölünmeler, günümüzdeki siyasi kutuplaşmanın da kökenlerini anlamak için anahtar niteliğindedir.

Parti Ayrımının Evrimi: İç Savaş Sonrası ve Yeniden Şekillenen Politik Kimlikler

ABD'nin ilk parti sistemi olan Federalist ve Demokratik-Cumhuriyetçi ayrımı, 19. yüzyılın başlarında yerini yeni formasyonlara bıraktı. Özellikle Andrew Jackson'ın yükselişiyle birlikte Demokrat Parti, halk tabanına daha yakın, eyalet haklarını savunan ve güçlü federal bankacılık sistemine karşı çıkan bir çizgide şekillendi. Bu dönemde, Jackson'ın "sıradan adamın" temsilcisi olması, siyasi katılımı genişletti ve partizanlık daha keskin hatlarla belirginleşti. Ancak, asıl büyük dönüşüm, ülkeyi ikiye bölen kölelik meselesi ve bunun yol açtığı İç Savaş öncesinde yaşandı.

Cumhuriyetçi Parti'nin Doğuşu ve İç Savaşın Siyasi Mirası

1850'lerde, Güney’deki köleliğin batı topraklarına yayılmasına karşı çıkan ve hızla büyüyen bir hareket ortaya çıktı. Bu hareket, farklı ideolojilere sahip grupları bir araya getirerek 1854 yılında Cumhuriyetçi Parti'yi kurdu. Parti, başlangıçta Batı'da köleliğin yayılmasını engelleme temelinde birleşmişti.

Abraham Lincoln'ün liderliğindeki Cumhuriyetçiler, Birliğin korunması ve köleliğin kaldırılması hedefleriyle İç Savaş'ta belirleyici rol oynadılar. Savaşın ardından, Yeniden Yapılanma döneminde Güney'in federal hükümetle yeniden bütünleşmesi, eski kölelerin haklarının korunması ve sanayileşmenin desteklenmesi gibi konularda öne çıktılar.

Demokrat Parti ise, İç Savaş sırasında ve sonrasında Güney'de büyük ölçüde etkisini sürdürse de, köleliği savunmuş olması nedeniyle ulusal düzeyde zayıflamıştı. Ancak, tarım çıkarlarını temsil etme ve federal gücün sınırlı olması gerektiği yönündeki temel argümanlarını koruyarak varlığını sürdürdü.

İç Savaş sonrası dönem, ABD siyasetini kalıcı olarak şekillendirdi. Cumhuriyetçi Parti, sanayileşmenin ve kentsel büyümenin partisi haline gelirken, Demokrat Parti kırsal kesimin, Güney'in ve daha sonra işçi sınıfının sesi oldu. Bu dönemdeki temel ayrılıklar; federal hükümetin gücü, ekonomik politikalar (özellikle tarifeler) ve ırksal eşitlik konuları etrafında yoğunlaşıyordu. Cumhuriyetçilerin neorealist, Demokratların neoliberal politikalara yönelmesinin kodları bu tarihlerde yazılmaya başlanmıştı.

Altın Çağ ve Tarifelerin Yükselişi: Sanayileşmenin Getirdiği Korkular

19.yüzyılın sonu, ABD için "Altın Çağ" olarak adlandırılan, eşi benzeri görülmemiş bir sanayileşme ve ekonomik büyüme dönemiydi. Demiryolları, çelik, petrol ve elektrik gibi sektörlerdeki devrimler, ülkeyi küresel bir ekonomik güç haline getiriyordu. Bu dönemde: Tarifeler, Cumhuriyetçi Parti'nin temel ekonomik politikasıydı. Yüksek gümrük vergileri, Amerikan endüstrilerini, özellikle de yeni gelişen sanayileri, Avrupa'nın köklü ve daha ucuz ürünlerinin rekabetinden koruma korkusuyla savunuluyordu. Bu korumacılık, iç pazarın gelişmesini teşvik etti ve Amerikan şirketlerinin büyümesine zemin hazırladı. Ancak bu hızlı büyüme, beraberinde yeni "korkular" da getirdi: Büyük tröstlerin ve tekellerin yükselişi, küçük işletmeleri ezme, işçi haklarını sömürme ve siyasi süreci yozlaştırma korkusu yarattı. Bu durum, ilerleyen dönemlerde anti-tröst yasalarının çıkarılmasına ve işçi hareketlerinin güçlenmesine yol açacaktı. Güçlenen işçi hareketleri ise komünizm korkusunu tetikleyecekti.

Küresel Sahneye Çıkışın Eşiği

19.yüzyılın sonlarına gelindiğinde, ABD, devasa iç pazarı, zengin doğal kaynakları ve hızla büyüyen sanayisiyle, artık sadece bölgesel bir güç değil, potansiyel bir küresel aktördü. Ancak dış politika olarak hala büyük ölçüde izolasyonist bir tutum sergiliyordu. Monroe Doktrini (1823) gibi politikalar, Avrupa güçlerinin Batı Yarımküre'ye müdahale korkusundan besleniyordu. Avrupa’dan uzak durma politikası, yakın çevreye genişleyeceği düşüncesiyle Latin Amerika’da “yankee emperyalizmi” korkusunu tetikledi.

Ancak bu izolasyonist eğilim, Pasifik'e genişleme ve ekonomik çıkarların küreselleşmesiyle yavaş yavaş değişmeye başlayacaktı. İspanya-Amerika Savaşı (1898) gibi olaylar, ABD'yi Karayipler ve Pasifik'te yeni topraklara ve nüfuz alanlarına sahip olmaya itecek, böylece tam anlamıyla bir dünya gücü olma yolunda ilk adımlar atılacaktı.

Bu adımlar, Evanjelik propogandalar, sanayi kesiminin yeni pazar ihtiyacı ve ABD'nin kendisini "demokrasinin ve özgürlüğün kalesi" olarak görme inancıyla birleşince, ilerideki küresel müdahaleciliğinin de ilk sinyallerini veriyordu. Ancak, henüz dünyanın en büyük güçleri sahnesinde tam anlamıyla yerini almamıştı. Büyük bir "korku sarmalının" küresel ölçekte saracağı olaylar, ülkenin bu yönde kesin adımlar atmasına neden olacaktı.

Yeni Yüzyıl, Yeni Korkular: I. Dünya Savaşı'ndan Büyük Buhrana

20.yüzyılın şafağında, Amerika Birleşik Devletleri devasa bir ekonomik güce dönüşmüştü. Kendi iç sanayileşmesini yüksek tarifelerle koruyan ülke, artık hammadde arayışında ve yeni pazarlara erişimde küresel bir oyuncu olma potansiyeli taşıyordu.

1914'te Avrupa'da patlak veren I. Dünya Savaşı, ABD için başta uzak bir sorun gibi görünüyordu. Başkan Woodrow Wilson, "Avrupa'nın büyük savaşına" karışmama ve tarafsız kalma politikasını benimsedi. Bu duruş, hem halkın savaş karşıtı eğilimlerini yansıtıyor hem de ülkenin iç sorunlarına ve ekonomik büyümesine odaklanma arzusundan kaynaklanıyordu. ABD, savaşan taraflara hem gıda hem de mühimmat satarak önemli ekonomik kazançlar elde ediyordu.

Savaşın ilerlemesiyle birlikte, Almanya'nın sınırsız denizaltı savaşı başlatması ve Amerikan gemilerini batırması, özellikle de Lusitania gemisinin batırılmasıyla sivil kayıpların yaşanması, Amerikan kamuoyunda büyük bir öfke ve korku yarattı. Almanya'nın Meksika'yı ABD'ye karşı kışkırtma çabalarını ortaya koyan Zimmermann Telgrafı'nın deşifre olması ise bardağı taşıran son damla oldu. Artık ABD için savaş, sadece Avrupa'daki bir çatışma değil, kendi vatandaşlarının can güvenliğini ve ulusal egemenliğini tehdit eden bir meseleydi.

1917'de ABD, "demokrasiyi güvence altına almak" ve "dünyayı demokrasi için güvenli kılmak" sloganlarıyla İtilaf Devletleri safında savaşa girdi. Bu, ülkenin tarihinde ilk kez, kendi kıtasının ötesinde büyük bir Avrupa çatışmasına doğrudan müdahalesiydi. Savaşı kazanmada belirleyici bir rol oynayan ABD, Avrupa'da yeni bir düzenin kurulmasında da söz sahibi oldu.

Savaş Sonrası Dönem: İzolasyonizme Dönüş ve Aşırı Korku

I.Dünya Savaşı'ndan sonra, Başkan Wilson'ın "On Dört İlke"si ve Milletler Cemiyeti gibi uluslararası işbirliği arayışları, ABD Senatosu'nun güçlü muhalefetiyle karşılaştı. Bu nedenle, ABD Milletler Cemiyeti'ne üye olmadı ve yeniden izolasyonist bir dış politika benimsedi. 1920'ler, ABD için "Kükreyen Yirmiler" olarak bilinen, ekonomik refah ve kültürel değişimlerle dolu bir dönemdi. Ülke içinde sanayileşme hız kesmeden devam ederken, toplumda "Kızıl Korkusu" (komünizm korkusu) gibi içsel kaygılar da baş gösteriyordu. Bu, aynı zamanda, koruyucu tarifelerin Amerikan ekonomisini korumada hala önemli bir araç olarak görüldüğü bir dönemdi. Diğer yandan bu büyük savaşta ABD sanayisi ve finans kesimi büyük kârlar elde etmişti. DEVE dikeni çiğnerken kanın tadını almaya başlamıştı.

Büyük Buhran: Ekonomik Felaket ve Güvensizlik Korkusu

Ancak bu refah dönemi, 1929'da Wall Street borsa çöküşüyle aniden sona erdi ve ABD tarihinin en yıkıcı ekonomik krizi olan Büyük Buhran başladı. Milyonlarca insan işsiz kaldı, bankalar battı ve tarım sektörü çöktü. Toplumda derin bir ekonomik güvensizlik, belirsizlik ve geleceğe dair varoluşsal bir korku yayıldı.

Bu durum, hükümetin ekonomideki rolüne dair köklü bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Başkan Herbert Hoover'ın müdahalesiz ekonomi politikaları eleştirilirken, 1932'de göreve gelen Demokrat Başkan Franklin D. Roosevelt, federal hükümetin ekonomiye aktif olarak müdahale etmesi gerektiğini savunan "New Deal" (Yeni Düzen) programını başlattı. Bu program, halkın temel ihtiyaçlarını karşılamayı, istihdam yaratmayı ve finansal sistemi reforme etmeyi amaçlıyordu. New Deal, Demokrat Parti'nin siyasi yelpazedeki konumunu güçlendirirken, federal hükümetin sorumluluklarına dair algıyı da kökten değiştirdi.

Büyük Buhran'ın ekonomik yıkımı, ABD'nin kendi iç dinamiklerini yeniden şekillendirirken, dünya genelinde yeni otoriter rejimlerin yükselişine zemin hazırlayan politik ve sosyal gerilimlerin de habercisiydi. ABD, kendi iç sorunlarıyla boğuşurken, küresel sahnede beliren yeni "korkuların" ve tehditlerin farkına varmaya başlayacaktı.

Yeni Tehditler, Yeni Bir Savaş: II. Dünya Savaşı ve Küresel Liderliğe Geçiş

Büyük Buhran'ın ekonomik yıkımı, ABD'yi kendi içine kapanmaya zorlarken, dünyanın geri kalanında tehlikeli ideolojiler hızla yükseliyordu. Almanya'da Nasyonal Sosyalizm (Nazizm), İtalya'da Faşizm ve Japonya'da militarizm, saldırgan yayılmacı politikalarla uluslararası düzeni tehdit etmeye başlamıştı. Bu rejimlerin Avrupa ve Asya'da estirdiği rüzgar, ABD'de bir yandan kendi güvenliğine dair yeni korkular yaratırken, bir yandan da I.Dünya Savaşı'nın travmasını yeniden yaşama endişesiyle birleşiyordu. Kamuoyunda, "bir daha Avrupa'nın işlerine karışmama" yönünde güçlü bir izolasyonist eğilim hâlâ hakimdi.

Pearl Harbor ve Kaçınılmaz Müdahale

Avrupa'da savaş 1939'da patlak verdiğinde ve Asya'da Japonya'nın saldırganlığı devam ederken, ABD başlangıçta tarafsızlığını korumaya çalıştı. Ancak Başkan Franklin D. Roosevelt liderliğindeki Demokrat Parti hükümeti, müttefiklere (özellikle Birleşik Krallık'a) Lend-Lease (Ödünç Verme ve Kiralama) Yasası gibi programlarla gizlice destek veriyordu. ABD, demokrasinin küresel geleceğine dair bir korku taşıyor, ancak savaşa doğrudan girmekten kaçınıyordu.

Bu durum, 7 Aralık 1941'de Japonya'nın Hawaii'deki Pearl Harbor deniz üssüne düzenlediği sürpriz saldırı ile kökten değişti. Bu saldırı, Amerikan halkında benzeri görülmemiş bir öfke, şok ve doğrudan güvenlik korkusu yarattı. Artık savaş, uzak bir tehdit olmaktan çıkmış, Amerikan topraklarına ulaşan bir gerçeklik haline gelmişti. Pearl Harbor, ABD'nin izolasyonist politikasının sonu oldu. Ertesi gün, ABD Japonya'ya savaş ilan etti ve kısa süre sonra Mihver Devletleri (Almanya ve İtalya) de ABD'ye savaş ilan etti.

Savaş Ekonomisi ve Askeri Süper Güce Dönüşüm

II.Dünya Savaşı'na girmek, ABD için devasa bir mobilizasyon anlamına geliyordu. Ülke, adeta bir "üretim devi"ne dönüştü. Savaş ekonomisi, Büyük Buhran'dan kalan son izleri sildi ve milyonlarca insana iş sağladı. Otomobil fabrikaları tanklara, dikiş makinesi üreticileri silahlara yöneldi. Kadınlar da işgücüne katılarak "Rosie the Riveter" (Perçinci Rosie) figürüyle savaş çabasının sembolü oldular. Kadınların ekonomik ve sosyal alandaki yükselişi, özellikle Evanjelik hareketin ahlaki çöküş korkusuyla çakışarak, içsel bir korku sarmalı yarattı. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler (örneğin Manhattan Projesi ile atom bombasının geliştirilmesi), savaşın seyrini değiştiren bir rol oynadı.

Savaşta ABD hem Avrupa hem de Pasifik cephelerinde sonucu belirleyici bir rol oynamıştı. Milyonlarca askeriyle ve devasa ekonomik gücüyle, dünya sahnesinde yeni bir askeri süper güç olarak yükseldi. Savaşın maliyeti büyük olsa da, ABD kendi topraklarında çok az yıkım yaşamış ve diğer büyük güçlere kıyasla daha az insan kaybına uğramıştı.

II. Dünya Savaşı sona erdiğinde, dünya yeni bir düzenin eşiğindeydi. Eski sömürge imparatorlukları çökerken, sahneye iki yeni süper güç çıktı: Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği. Ancak bu iki güç, sadece askeri ve ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik olarak da birbirine taban tabana zıttı. Kapitalist demokrasiye inanan ABD için, komünist Sovyetler Birliği'nin yayılmacılığı yeni ve en büyük korku kaynağı oldu.

Ara Sonuç

Tarihsel yolculuğunda ABD, kendi hırslarının ve korkularının tadına kapılarak hem yükselen hem de zaaflarını derinleştiren bir hegemon haline geldi. Keşif öncesi yerli uygarlıklardan kolonileşmeye, İç Savaş’tan sanayileşmeye ve küresel liderliğe uzanan süreç, özgürlük arayışı, ekonomik hırs ve Evanjelik ideallerle şekillenirken; kölelik, toplumsal kutuplaşma, ekonomik rekabet ve dış tehdit korkularıyla yönlendirildi. Alman göçmenlerin kölelik karşıtlığı, Evanjelizm’in ahlaki çöküş korkusu ve sanayileşmenin getirdiği güvenlik kaygıları, ABD’nin iç ve dış politikalarını derinden etkiledi. Bu korku sarmalı, ABD’yi bir süper güç yaparken, kendi kanına doyamayan bir deve gibi kaos ve çatışma döngüsüne sürükledi. İkinci bölüm, Soğuk Savaş’tan günümüze komünizm, sözde İslami terörizm, Rusya ve Çin korkularının bu sarmalı nasıl derinleştirdiğini ve ABD’nin finans ile sanayi kesiminin bu kaosta nasıl büyüdüğünü ele alacak.

 

 

 

Tüm hakları SDE'ye aittir.
Yazılım & Tasarım OMEDYA