Yeni Türkiye’nin Yeni Darbecilerine Karşı Yeniden İstiklal Mücadelesi

Yeni Türkiye’nin Yeni Darbecilerine Karşı Yeniden İstiklal Mücadelesi 17 Aralık’ta ülkemiz beklenmedik bir operasyonla sarsıldı… 17 Aralık 2013 tarihi itibariyle Türkiye yeni bir darbe türüne daha tanık oldu. Darbe bu sefer en masum, en sempatik yanıyla kendini ortaya koydu: Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele… Gündemdeki bu konuyu Prof. Dr. Yasin AKTAY, SD Dergi için değerlendirdi… Sizleri Sayın Aktay’ın operasyonu her yönüyle değerlendiren makalesiyle baş başa bırakıyoruz.

h4 { font-size: 24px !important; } Print Friendly and PDF

Başa mı Döndük?

17 Aralık 2013 tarihi itibariyle Türkiye yeni bir darbe türüne tanık oldu. Hayli uzun bir darbeler tarihine sahip Türkiye'nin darbe çeşitliliği bakımından da yeterince zengin olduğu söylenebilir. Ancak bu seferkinin gerçekten bir başka olduğunu kabul etmek gerekiyor. Başsavcısından habersiz, aylar süren olağanüstü bir gizlilikle bir savcının yürüttüğü bir soruşturma hükümetin en tepesini hedef almış ve onu indirmeyi kafaya koymuş gibi harekete geçmiş oldu. Darbe bu sefer en masum, en sempatik yanıyla kendini ortaya koydu: Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele. 11 yıldır hiç bir seçimle devrilemeyen ve hükümet performansı dolayısıyla yarattığı memnuniyet sebebiyle önümüzdeki seçimlerde de devrilmesi mümkün görünmeyen hükümete karşı ilk anda alıcısı hazır, satışı ve tasvibi garanti bir itham bu. Bir savcının usulsüz de olsa başlattığı bir soruşturma, delil görüntüleri iyi uydurulduğunda ve ilk usul engellerini fiili durum yaratılarak atlattığında zaten yansımaları engellenemeyecek bir hal alır. O saatten sonra kimse, bu soruşturmanın hangi usullere göre başlatılmış olduğuna ve delillerin doğru olup olmadığına da bakmaz.

Seçimlere doğru gidilirken, adayların da ilan edilmesinin ardından, 13 ay önce başlatılmış ve aylar önce tamamlanmış bu soruşturmanın savcısının, alenen hükümeti hedef alması, konunun bir yolsuzluk ve rüşvet olmadığını yeterince gösteriyor. Savcıları harekete geçiren ve yönlendiren saiklerin bu arınma duygusu olmadığı, esasen 7 Şubat 2011 tarihinden beri yaşanan bir gerilimin bir halkası olmasından ayan beyan ortada. Doğrusu daha ilk etapta MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın Oslo görüşmeleri dolayısıyla savcılıkla ifadeye çağrılması ile 17 Aralık arasında niyet ve hedef itibariyle tam bir süreklilik var. O gün de Hakan Fidan yoluyla hedeflenen başbakandı ve savcı yetkisi olmadığı halde başbakanın görevlendirmiş olduğu müsteşarını tam da işini yapıyor olmaktan dolayı ifadeye çağırıyordu, üstelik başbakan ameliyat için hastaneye kapanmışken. 17 Aralık operasyonu ile de bazı bakanların oğullarının gözaltına alınmasıyla başlayan operasyonun bir sonraki adımının doğrudan başbakanın ailesi olduğu görüldü.
Türkiye 11 yıldır hem demokratikleşme hem de ekonomik bakımdan sürekli bir büyüme trendi içindeyken, bölgede önemli bir uluslararası güç haline gelmişken Türkiye savcılarının bu hareketinin Türkiye’ye maliyeti daha bu aşamada bile yüz milyar doları aşmış bulunuyor. 2071 yılını öngörmeye çalışan ve bunun hesaplarını yapan Türkiye’nin, görünürde yolsuzluğa karşı mücadele gibi masum bir kapıdan böyle bir saldırıya maruz kalması, güvenlik değerlendirmelerinin ne kadar karmaşık bir hale gelmiş olduğunu yeterince anlatıyor olmalı. Gözünü karartmış bir savcının isterse Türkiye’yi bir anda allak bullak edebilecek bir imkâna sahip olabilmesi, hiç kuşkusuz, her şeyden önce Türkiye için ciddi bir güvenlik riskini işaret ediyor.

Oysa Daha Sadece Bir Ay Önce Neler Konuşuyorduk?

17 Kasım tarihinde, Diyarbakır’da Başbakan Erdoğan ile Mesut Barzani’nin bir araya gelmesiyle gerçekleşen muhteşem buluşmanın bölgede bütün dengeleri değiştirmeye aday olduğunu yazmıştık. Konu tabii ki basit bir buluşmadan ibaret değildi. Bu buluşma aynı zamanda Kuzey Irak petrolünün pazarlanmasıyla ilgili önemli anlaşmalar ve bundan doğacak para akışının düzenlenmesi de vardı.
Bu buluşmanın ışığında bundan sonra sadece Kürt sorunu değil aynı zamanda bölgenin bütün unsurları için daha olumlu yeni bir geleceğin habercisi olduğunu da yazmış, ama şunu da eklemiştik:
“Ancak bu kazançlardan kendilerine kayıp ihtimalleri çıkaracak aktörler de vardır. Bu aktörlerin neler yapacakları, nasıl bir tepki ortaya koyacaklarını öngörmeye çalışmak da lazım. Önümüzdeki günler, muhtemelen bu yan gelişmelerin ihtimalden gerçeğe dönüşüp dönüşmeyeceğinin değerlendirilebileceği günler olacaktır.”

Aradan sadece bir ay geçti. 17 Aralık’ta İstanbul’da gerçekleştirilen operasyon o ihtimalin gerçeğe dönüştüğü büyük bir saldırı olarak gerçekleşti. Kuşkusuz olayın uluslararası bağlamına bakmak istersek; Mavi Marmara’ya, hatta 2009 yılı Davos toplantısındaki “one minute” çıkışına, oradan da Mavi Marmara’ya kadar uzanan bir nedenler zincirine ulaşırız. Davos ve Mavi Marmara günlerinden beri bunun intikamıyla Türkiye’yi İsrail’in dışında tehdit eden geniş bir kalabalık görüyoruz. Bu kalabalık koronun arasında Hocaefendi’nin otorite iznine atıf yapan uyarısının basit bir uyarıdan öte ciddi bir ittifakın sinyallerini taşıyor olduğu bilhassa MİT müsteşarlığına karşı yürütülen kampanyalar yüzünden giderek gizlenemez hale gelmişti. Ama intikam alınması gereken Tayyip Erdoğan’ın demokrasi yoluyla hiç bir açık vermiyor olması, her geçen gün toplum nezdindeki sempatisini daha fazla kökleştiriyor olması, başka tedbirler almayı gerektiriyordu.

Birileri şu Tayyip Erdoğan’ı durdurmalıydı. Ama Erdoğan’ın yönettiği ülke her geçen gün daha da büyüyor, güçleniyor, bölgede ve dünyadaki etkinliği daha da artıyor. Kanal İstanbul projesini kuru bir seçim vaadi olmanın ötesine taşıyor, uygulamaya kalkıyor, İstanbul’a 3. Havaalanını, 3. Boğaz köprüsünü yapmaya kalkıyor. IMF’ye olan müzmin borcunu bitiriyor bir de IMF’ye borç vermeye kalkıyor. Yetmiyor bir de bölgede Irak’la, İran’la ve diğer komşularla kendi başına işler yaparak bütün İslam dünyasına, hatta başka ülkelere kötü örnek oluyor, bastırılan ülkelere ve halklara umut oluyor.

Onun daha önceki performansıyla verdiği bu umutlar Arap Dünyasında bahar dalgaları yarattı zaten, toparlamak için Batılılar öne sürdükleri bütün değerlerden vazgeçmek, hiç bir şekilde savunulamayacak askeri darbelere destek olarak durdurmak zorunda kaldı. O yüzden başbakanı, aslında onun üzerinden Türkiye’yi cezalandırmak veya geriletmek için eldeki enstrümanlar birer birer tüketiliyor, geriye sahaya sürülebilecek en son kozlar kalıyordu.

Yolsuzlukla Mücadele Veya Yolsuz Darbecilerin İktidar Mücadelesi

Operasyonun yolsuzluk ve rüşvetle ilgili boyutu tabii ki sadece etkisini, tahrip edici gücünü artırmak için iyi seçilmiş bir yoldu. Yoksa operasyonun kendisinden daha büyük bir yolsuzluk olamaz. Seçilen bu yol bile operasyonun içerdiği yolsuzluğun, kuralsızlığın, saldırganlığın sadece ne kadar büyük çaplı olduğunu gösteriyor. Teknik takibi aylar önce bitmiş ve birbiriyle alakasız birkaç soruşturmanın seçimlere yaklaşıldığı bir zamanda bu sansasyonel vurguyla operasyona dönüştürülmesinden daha âlâ bir yolsuzluk mu olur?

Esasen, amaç gerçekten pekâlâ en ideal demokrasilerde bile olabilecek bir yolsuzluk ve rüşveti ortaya çıkarmak ve suçluyu yakalamaksa, bunu yapmanın bin bir çeşit yolu vardır. Bunu hükümete karşı tahrip gücü yüksek parça tesirli bir hale getirmek bu yollardan bir yol değildir. Hele olayla ilgisi olmayan unsurların etkileneceği, zarar göreceği bir operasyon yapmanın nedenleri ve sonuçları üzerinde iyice düşünmek gerek. Yapılan operasyonun daha şimdiden maliyeti hem Türkiye’nin ekonomisi üzerinde 100 milyar doları aşkın bir maddi kayıp ama daha önemlisi de Türkiye’nin maruz kaldığı itibar kaybı olmuştur. Belki bu yüzden bu tür operasyonların değerlendirmesini hukukun çok daha büyük bir sorumluluk duygusuyla yürütmesi gerekiyor, tam da bundan dolayı bu tür operasyonlarda aslında yargı bürokrasisinin kendi tedbirleri vardır. Bu tedbirler tam da bu tür kazalara karşı ülkeye zarar gelmemesi için sigorta görevi görür. Aksi takdirde sistemin kendini koruma içgüdüsüyle hareketi kendini yok etme riskini de üretebilir.

Ne var ki, gündemdeki operasyon sistemin usulüne uygun yapılmadığı için, sistemin koruma kurallarını da aşmış ve ülke için ciddi bir risk alanı oluşturmuştur. Siyasi unsurlar sistemin boşluklarını değerlendirerek siyasi bir hamle yapmışsa, sistemin kendini korumak için siyasi bir performanstan başka bir koruma alanı kalmamış demektir. O yüzden özü itibariyle siyasi olan ama yargıyı kullanan bu operasyona karşı cevabın da siyasi olmak zorunluluğu vardır. Konunun hukuk alanına çekilmesi, zaten pusu kurulmuş bir alana çekilmek anlamına geliyor. Pusu orada kurulmuştur ve o pusuya başını eğerek gitmenin bir erdem olduğu kandırmacasına kimse inanmamalı.

Yargı tabii ki hükümetten bağımsız hareket eder ve tabii ki, suçu işleyen kim olursa olsun tepesine biner, ama yargı, hâkimiyle, savcısıyla, suçu işleyen kişiye bile düşmanca bir tutum sergileyemez. Savcının soruşturduğu insanların sadece aleyhine olanı değil lehine olanı da değerlendirmek zorunda olmasının hikmeti budur. Hele başbakana düşmanca bir tutum içinde hiç olamaz. Oysa bu olayda hedefi doğrudan başbakan olan bir saldırı görüntüsü var ve tam da bundan dolayı hiç kimse bunun bir yolsuzluk ve rüşvet operasyonu olduğuna inanmıyor.

Operasyon ekibinin içinde yer alan medya ne anlatırsa anlatsın bu olay Sarıkız ve Ayışığı'nın, Balyoz'un, 27 Nisan e-muhtırasının, 7 Şubat ve Gezi darbe teşebbüslerinin hizasına yazılıyor. Bu yeni teşebbüste yer alan aktörler ve yer aldıkları ittifakın sürpriz keyfiyeti darbecilerin hile ve desiselerinin sadece ne kadar büyük olabildiğini anlatıyor.

Hatırlatalım ve uyaralım: Bu, karşısında sürekli yenilmeye bir türlü doyamadıkları, hezimete uğramaktan bir türlü usanmadıkları Başbakan Erdoğan'ı daha fazla güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor. Şimdiye kadarki bütün darbe teşebbüslerinin akabinde hep aynı şey oldu: Halk Erdoğan'a yönelen tehdidi kendi üstüne alıyor. Erdoğan'ın şimdiye kadar girdiği bütün kavgalar, halkın kendini onunla haklılık ve iyilik temelinde özdeşleştirmesini sağlamıştır. Bu sefer saldırının yolsuzlukla mücadele gibi masum bir kılık içinde gelmiş olmasının da bir şeyi değiştirmeyeceği anlaşılıyor. Operasyon sonrası başbakanın gittiği her yerde karşılanırken sergilenen coşku bunun en iyi ifadesi.

Cemaatin Yıkıcı Stratejisi

Bu arada, 17 Aralık darbe teşebbüsünde cansiperane öne atılanlar belli ki Erdoğan'sız ve Ak Parti'siz bir Türkiye'nin olabilirliğini görmüşler. Birileri onlara böyle bir Türkiye simülasyonu göstermiş olabilir. O yüzden hiçbir ahlaki ve yasal sınır tanımadan yükleniyorlar.

Ortalık sakinleşince neler kaybediyor veya kaybettiriyor olduklarının hesabı daha iyi görülecektir. Böyle bir kavgaya temsil ettikleri değerler adına giriyor olduklarını söyleyemeyecekler, çünkü daha bu kavgaya girerken ilk ihanet ettikleri o değerler oluyor. Kuşkusuz daha sonra bu kavgada kimden ne ummuşlarsa onunla baş başa kalacaklardır. O baş başa kaldıkları yola çıkarkenki refikleri olmayacak, bu şimdiden belli olmuş oldu. Ancak o esnada onlarla nasıl bir arada beraber yaşayabilecekleri de şimdiden merak konusu hale gelmiş bulunuyor. Çünkü şimdiye kadar kıyasıya düşmanlık ediyor göründükleriyle aralarına girmiş bulunan husumeti atlatmaları kolay olmasa gerek. Bir açıdan bakıldığında bu yeni siyasal tutumun bir tür çılgınlık olduğu da görülüyor. Belki bir öfke anında, bir patlama olarak hiç bir şey görülmeyebilir. Oysa bu operasyonların çok önceden hazırlığı yapılmış bir stratejik akla dayandığı anlaşılıyorken bunca hazırlığın bir intihar saldırısı çılgınlığına boca edilmesi şimdilik anlaşılmayan tek tarafı bu işin. Birilerine kendilerini şirin göstermek üzere yürütülen, son derece sabırlı ve ısrarlı, kamu diplomasisinin mantığıyla hiç bağdaşmayan bu son tavırların öfkeyle kalkanın zararı olarak geçiştirilmesi herhalde mümkün değil. O halde geriye ne kalıyor?

Birileri tarafından bunca sabırla sağlanmış birikimin kiralanmış olması ve hoyratça kullanılıyor olması bir ihtimaldir. Hocaefendi'nin Amerika'da bulunuyor olması bu yöndeki açıklamaları bir nebze olağan ihtimal olarak karşılamayı sağlıyor. Cemaatin hükümete karşı son çıkışı, önceden hazırlığı ve istihkamı yapılmış bir stratejiye dayanıyor olsa da bu strateji yapıcı değil yıkıcı bir strateji. Bu yıkımın üzerine ne inşa edilebilir? Cemaat açısından da bunun cevabının olduğunu sanmıyorum. Şayet bu yıkımın üzerine kendi saltanatını müstakbel müttefikleriyle inşa edebileceğini düşünüyorsa, bu, şimdiye kadar yürütülen kamu diplomasisiyle de, küresel performansla da hiç bir şekilde telafisi kabil değildir.

Şecaat Arz Ederken Darbesin Söyleyenler

Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele üzerinden bir güç ve gövde gösterisi yapma, şecaatini ele güne arz etme zehabına kapılan illegal yapılanma, şecaatini arz ederken sirkatini de ifşa etmiş oldu.
Yolsuzlukla mücadele eden birimin kendisi bir yolsuzluk mantığıyla hareket ediyorsa, hiç bir meşru dayanağı ve yetkisi olmadığı alanlara fütursuzca giriyorsa, ortaya çıkaracağı yolsuzluğun toplumsal temizlenmeye değil daha fazla kirlenmeye yol açacağı gün gibi açıktır. Meşru iktidara karşı bir darbe yapıldığında, bu darbeyi harekete geçiren yanlışlıklar ne olursa olsun, askeri darbenin kendisi bir cürümdür, bir ahlaksızlık, bir tecavüzdür. Zaten uydurduğu bahaneler sayesinde kendisine yeterince halk desteği bulamamış bir askeri darbe olmamıştır.

Bugün tarihimize artık 17 Aralık diye bir darbe teşebbüsü daha yazılmıştır. Bu darbe de diğerleri gibi meşru hükümeti gayrı meşru yollarla devirmeyi amaçlamış, bunun için düzmece bir dizi bahane üretmiş, bu bahanelerin geçerliliğini ispatlamak için kendine bağlı medya birliklerinin marifetiyle hakikati en iğrenç şekillerde çarpıtarak, önce gerçeklere ihanet etmiş ve tabii bu esnada da fena halde enselenmiştir.

7 Şubat darbe teşebbüsü başbakan hastayken MİT Müsteşarını ifadeye çağıran savcılar marifetiyle yapılmıştı. Bir ülkenin bütün güvenlik sırlarını ve sorumluluğunu elinde tutan bir insan, bir savcının ifadeye çağırması mesafesinde dokunulabilir olduğunda, o yargının bağımsızlığı adına ancak kullanılışlı aptallar gurur duyar. Buna rağmen bu darbe teşebbüsü bir savcının haddini bilmezliği olarak geçiştirilebilirdi ama aynı yayın grubunun bütün elemanlarıyla ve ısrarla bu hadsizliği savunmaya geçmeleri darbenin, resmen üstlenilmiş olduğunu gösterirken, faili meçhul kalmamasını sağlamış oldu.

Sivil Toplum ve Devlet İçinde Örgüt

17 Aralık operasyonu dolayısıyla açığa çıkan veya çıkma ihtimali olan bir yolsuzluk ve rüşvet varsa bunu elbette ki hiç kimsenin savunması, tolere etmesi asla mümkün değildir ve olmayacaktır. Onun da üstüne gidilecektir, gidilmelidir. Ama bence bu operasyon dolayısıyla asıl açığa çıkan çok daha büyük bir gayrı meşru yapılanma vardır. Bu ikincisinin üzerine gitmek çok daha önemli… Gülay Göktürk'ün isabetle kaydettiği gibi, böyle bir yapılanmanın olduğu yerde hiç kimse güvende değildir.
Çünkü bu yapılanma devlet içinde hiçbir hukuka tabi olmayan bir çete devletin bütün tavırlarını sergiliyor. Bu çete devletinin elindeki meşru imkânları gayrı meşru amaçları için suistimal ediyor olduğu çok açık. Polisin düzenlediği operasyonu destekleyen yayın kampanyaları ve saygın insanlara dönük iğrenç karalama faaliyetleri, bir yerlerde herkes hakkında yıllar öncesinden başlayan ciddi dosyalamaların yapılmış olduğunu gösteriyor.

Bu yapılanmadan temizlenme iradesine karşı yargıya müdahale eleştirilerinin hiçbir anlamı yok. Türkiye'de meşru devlet yapılanmasının dışında teşekkül etmiş, gücünü ve talimatını yasal amirlerinden değil, “dışarıdan”, devlet hiyerarşisinin dışındaki bazı odaklardan alan bir yapılanma var karşımızda. Bu yapılanma aylardır Türkiye'de veya Türkiye üzerine cereyan etmekte olan bir yabancı nüfuz kavgasının orta yerinde yabancı ve illegal unsurlar lehine bir hareketle karşımıza çıkıyor. Bu boyutuyla doğrudan Türkiye'yi hedef alıyor.

Sivil toplumun veya cemaatin mensubu diye birilerinin devlet içinde şu veya bu göreve gelmesi normalde demokratik bir toplumda asla sorun teşkil edecek şeyler değildir. Bir göreve gelenlerin toplumsal, kültürel aidiyetlerine de bakılmaz. Yıllarca Türkiye'de bu vatandaşlık kriterinin geçerli olmasının mücadelesini verdik. Ancak bu yapıların kendi aralarında devlet hiyerarşisini by-pass edecek şekilde, devlet yetkisini kullanıp devletten bağımsız bir biçimde hareket edecek şekilde ayrı bir yapılanmaya gitmeleri sivil toplumun meşruiyet sınırlarını aşar. Bu artık toplum güvenliğini tehdit eden bir hal almış demektir.

17 Aralık'ta karşımıza çıkan garip cunta yetkisini veya meşruiyetini devletten değil, sadece bir defalığına enselemiş olduğu izlenimini verdiği yolsuzlukla mücadele havasından alıyor. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Türkiye tarihinde daha önceki darbeler ülkeyi terörden, anarşiden kurtarma iddiasıyla sempati toplamaya çalışmıştı. Zamanla, kendisinden kurtardıklarını söyledikleri anarşi ve terörü, sırf kendilerine kurtarma ortamı sağlamak için kendilerinin ürettikleri anlaşıldı. Hoş, gerçekten de terör ve anarşi olsaydı bile onların darbe yapmasını haklı kılacak bir şey değildi, ama onlar fiili durum yarattıklarında kimsenin gerçekten terör var mıydı, yok muydu sorusunu soracak hali kalmamış oluyordu. Bugünse yolsuzluk ve rüşvetten kurtarma bahanesiyle hükümete öldürücü darbeyi vuranların toplumdan bekledikleri meşruiyet, başlı başına büyük bir yolsuzluğa dönüşmüş durumda. Yapılan soruşturmaların içindeki usulsüzlükler, aylar öncesinden birilerini özellikle hedef alarak, onları bir şekilde tufaya düşürme kastıyla büyük bir medya ve algı yönetimi eşliğinde yürütülen soruşturma ve operasyon, darbenin aslında konvansiyonel stratejisini takip ediyor. Amaç gerçekten rüşveti veya yolsuzluğu yakalayıp ülkeyi bir ahlaksızlıktan kurtarmak değil, zamanlaması ve hedef gözetimi itibariyle hükümeti düşürmeyi gerektirecek bir yolsuzluk kanserinin ülkeyi sarmış olduğu izlenimi yaratmaya çalışmak. Bir savcının hedeflerini, görevlerini ve sorumluluklarını fazlasıyla aşan bir hedeftir bu. Oysa savcının görevi, soruşturma esnasında soruşturduğu kişileri hasım gibi görmemek, varsa aleyhine olanlar kadar lehine olan delilleri de bulup ortaya çıkarmaktır.

Yolsuzluk Operasyonu ve Arınma, Ekonomiyi Germez

Yargı cuntası operasyonu yaparken devlet çarkının işleyişinden bağımsız hareket ettiği için toplumun tamamında büyük bir gerilim yaratıyor.

Yolsuzlukla mücadele ve temizlik hareketlerinin normalde ekonomide, borsada bir rahatlamaya yol açması ve mesela borsanın buna tepki olarak yükselmesi beklenir. Çünkü yolsuzlukla mücadele pazara güven verir ve ekonominin artık daha adil ve hakkaniyetli işleyeceğini hissettirir. Oysa operasyonun başladığı saatten itibaren borsa bu gidişatı endişeyle karşıladı ve on gün içinde yüz milyar doları bulan bir kayıp gerçekleşti. Yetim hakkını koruma sloganlarını da tepe tepe satan böyle bir operasyonda, daha ilk aşamada yetimlere kesilen faturanın boyutu bu.

Daha iki hafta öncesine kadar dershane meselesini tartışıyorduk. Bu esnada Samanyolu, Bugün ve Zaman yayın grubunun sergilediği akıl almaz propagandadaki abartılara, ithamlara ve kampanyalara bakarak, meselenin dershaneden ibaret olamayacağını düşünmüş ve tahminimi söylemiştim. Sanırım tepede birileri Cemaatin tabanını AK Partiye küstürmeye, AK Partiyle arasına onulmaz bir kırgınlık yerleştirmeye çalışıyordu. Bu sayede belki de camianın tabanını başka bir partiye taşımak daha kolay olacaktı. Orada camianın oy oranının aslında hiç önemli olmadığını eklemeyi ihmal etmişim. Gerçekten de cemaatin herhangi bir seçimde AK Partiye karşı sadece kontrol ettiği oy oranıyla veya o oyları yönlendirmek suretiyle konuşmayacağını biliyordum ama doğrusu ben bile bu şeklini tahmin edememiştim. Cemaati yönetenler, gerçekten de tabanlarını AK Parti'den uzaklaştırmaya çalışıyor, ama bizzat kendi oylarının bir yekûn tutacağına güvendiklerinden değil. Veya oylarının böyle bir çatışmadan sonra bir yekûn tutabileceğine inanıyorlarsa belli ki birilerine iyi pazarlamışlar. Oysa bilhassa başbakanı karşısına almış bir cemaatin peşinden gidebilecek oyların sayısının çok sınırlı olduğu belli. Ancak sadece oylarını birilerine abartarak pazarlamamışlarsa da, belli ki içine girilmiş AK Parti'yi bitirme sehemine operasyon gücü, yıllar içinde biriktirilmiş şantaj dosyaları, medya gücü ve yargıdaki nüfuzla katkıda bulunuluyor. Dışarıya Gezi hadiselerinden beri özenle çizilmeye devam edilen “diktatör Erdoğan” imajı, sehemin çok önceden kurulduğunu ve camianın da bu sehemin en hırslı ortağı olduğunu gösteriyor.

Cemaat adına hareket edenler şu ana kadar yürüttükleri AK Parti karşıtı kampanyada hiç bir sınır tanımadıklarını gösterdiler. Oysa şimdiye kadar AK Parti iktidarından en fazla kendilerinin yararlanmış olduklarını bilmeyen de yok gibi. Yeni dönemde bu yararı gözden çıkarmaya kendileri açısından değecek nasıl bir hesabın içinde oldukları meraka değer bir konu.

Talimat Gibi Beddua

Dershane tartışmasından Türkiye'ye karşı uluslararası bir saldırının taşeronluğuna nasıl uzandık? Bu baş döndürücü yolculuğu anlamlandırmak, hazmetmek o kadar kolay olmasa gerek. O yüzden herkesin zihninde ve kalbinde gerçek bir travmanın etkileri var.

Hocaefendi'nin bu süreç içinde bütün saygınlığını riske edecek şekilde bütün varlığıyla kendini çatışma sahasına atması neyin ifadesi? Şimdiye kadar İslam'ın azılı düşmanlarına karşı başvurmadığı (başvurmak ne kelime, onlara karşı sürekli olarak diyalog ve hoşgörüyle yaklaşmışken) bu şiddet ve celali şimdi müminlere karşı, hele bütün dünyada Müslümanların kalbinde müstesna bir yere sahip bir insana ve sevenlerine karşı sergilemesi neyin ifadesi?

Hukuka, ahlaka, dine, vicdana aykırı davranışlar karşısında bir hüküm olarak işi lanetleşmeye kadar götürmeye onu sevk eden duyguların kaynağı nedir? Cidden meraka değer bir konu...

O hiddet, o öfke, şimdiye kadar Allah'a ve Peygamberine karşı alenen savaş açmış insanlara gösterilmemiş, şimdi nerden icap etti? Müslümanların canlarını ve mukaddesatını çiğnemeyi mutat hale getirmiş İsrail'e, emperyalist katillere, 28 Şubatçılara bir kem sözünü duymadığımız Hocaefendi'nin bir anda beddua performansına yönelmesinin anlamı ne?

Bir öfke anında söylenip geçiştirilmemiş, belli ki çok önceden hesaplanıp hazırlanılmış bir beddua bu. Canlı yayın kazası falan da değil. Kameranın önünde poz verilerek, jestler ve mimikler ustaca ayarlanarak yapılmış olan bu beddua performansı kaydedildikten sonra muhtemelen defalarca izlenip, ince elenip sık dokunduktan sonra yayına konulmuş. Bu performansın nasıl anlaşılacağı, nasıl bir etki yapacağı, nasıl algılanacağı hesaplanmış.

Belli ki, “Hırsızlarla uğraşmak yerine onları yakalayanlarla uğraşanlar”diyerek bedduasına hedef kıldığı insanların daha mahkemesi başlamadan hırsız olduklarına karar vermiş. Peki, nasıl, hangi bilgiyle karar vermiş?

Böyle bir beddua performansının tam da hedefin kim olduğuna dair mesajını çok iyi anlamış olan yargı mensuplarına bir talimat anlamına geldiğini, anlamayan var mı?
Daha ötesini söyleyelim: “a. Evlerine ateş düşmesi, b. Birliklerinin bozulması,c. Bir şey olamamaları, d. Önlerinin kesilmesi” sözleri salt beddua değil, bir savaş stratejisinin adımlarını çağrıştırıyor daha ziyade. Bu bedduanın muhatabı, zalimlere asla yardım etmeyecek olan rahmet ve merhamet sahibi Allah değil, talimatı yerine getirecek olan hizmete amade polis ve yargı birlikleri.

Bu talimatla harekete geçen ve militan gibi öne çıkan polis ve yargıçlarca atılan adımlar hükümete yakın birçok insanın evine ateş düşürecek demek. Talimatla, şantajla ve baskıyla istifa ettirilecekler yoluyla ve diğer etkilerle birlik bozulacak demek. Hükümet mensuplarının ileriye dönük bütün siyasi kariyer planları bozulacak, önlenemeyen yükselişleri durdurulacak demek. Meşru demokratik yollarla yapılamayan yapılmış olacak ve başta Başbakanın Cumhurbaşkanı olması engellenerek, önümüzdeki bütün seçimleri de kaybetmesi sağlanarak önleri bu yolla kesilmiş olacak. Bu korkunç stratejik planın bir beddua diliyle gereğini yapacaklara duyurulması güncel darbemizin özgün karelerinden biri olarak kaydedildi bile.

Talimatlar başarıyla yerine getirildiğinde beddua tutmuş olacak, hoca da keramet göstermiş olacak. Zaten kendisini uçurmakta olan şakirtler artık ışınlamaya geçmiş olacaklardır. Tutmadığında ise, zaten sadece bedduaydı diye geçiştirilecek.

Görelim Mevla'm neyler...
 

 

Prof. Dr. Yasin AKTAY

SDE BAŞKANI

Tüm hakları SDE'ye aittir.
Yazılım & Tasarım OMEDYA