Haftanın Medya ve Sivil Toplum Değerlendirmesi (24 Ağustos-30 Ağustos 2020)

EGE ADALARINI SILAHLANDIRAN YUNANISTAN’I SERT ŞEJILDE UYARDIK.
1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması ve 1947 Paris Antlaşması gereğince Yunanistan tarafından Limni, Semadirek ve Doğu Ege Adaları (Midilli, Sakız, Sisam, Nikarya) ile Oniki Ada`da (Stompalya, Rodos, Kalki, Skarpanto, Kasas, Piskopis, Misiros, Kalimnos, Leros, Patmos, Lipsos, Sömbeki, İstanköy ve bağlantısı olan adalar ile Meis Adası) Kolluk Kuvvetleri dışında silahlı kuvvet bulundurulmaması ve tahkimat yapılmaması hükme bağlanmıştır.
1923 yılında imzalanan Lozan Antlaşması ve 1947 Paris Antlaşmasıgereğince Yunanistan tarafından Limni, Semadirek ve Doğu Ege Adaları (Midilli, Sakız, Sisam, Nikarya) ile Oniki Ada`da (Stompalya, Rodos, Kalki, Skarpanto, Kasas, Piskopis, Misiros, Kalimnos, Leros, Patmos, Lipsos, Sömbeki, İstanköy ve bağlantısı olan adalar ile Meis Adası) Kolluk Kuvvetleri dışında silahlı kuvvet bulundurulmaması ve tahkimat yapılmaması hükme bağlanmıştır. 1960 sonrasında Ege Denizi üzerindeki adalarda taraflar arasında egemenlik, denetim ve güvenliği sağlamaya yönelik anlaşmazlık başlamıştır. Yunanistan, askeri amaçlarla da kullanılabilecek havaalanı ve diğer tesislerin ilkini 1952`de Leros adasında kurmuştur. Ancak, Yunan adalarının, 1974`ten daha doğrusu Türk Ege Ordusu`nun kurulduğu 1975`ten sonra hızlanarak silahlandırıldığını kabul etmek uygun olacaktır.
Uluslararası antlaşmalar, bu adaları üç kategoriye ayırmaktadır.
1-Yunan adaları Limni ve Semadirek ile Türk adaları Gökçeada ve Bozcaada. Bu "Boğaz önü" adaları Boğazlarla birlikte, Boğazlar Rejimine ilişkin Lozan Sözleşmesinin 4. maddesiyle askerden arındırılmıştır.
2-Limmi, Sakız, Sisam ve Nikarya adlı Yunan adaları. Bunlar Lozan Barış Andlaşması`nın 13. maddesi gereğince ülkelerinde ancak polis ve Jandarma kuvveti bulunabilecek, deniz üssü ve istihdam kurmanın yasak olduğu adalardır.
3-Oniki ada, sayıları aslında 14 olan bu adalar da 1947 Paris Andlaşması `yla İtalya`dan alınıp Yunanistan`a verilmiş adalar olup, aynı andlaşmanın 14. maddesine göre üzerlerinde ancak asayişi sağlayacak kadar kuvvet bulundurulabilir.
Yunanistan`a göre, andlaşmalar yapıldığı sıradaki koşullar köklü biçimde değişmiştir (rebus sic stantibus), dolayısıyla adalar üzerindeki sınırlama ortadan kalkmıştır. (Ayrıca Boğazları silahtan arındıran Boğazlar rejimini düzenleyen Lozan Sözleşmesi`nin yerine 1936 Montreux Andlaşması geçmiş ve Boğazlar tekrar silahlandırılmıştır. 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi tamamen sona ermiştir. Boğazlar tekrar silahlandırıldığı için, bu sistemin bir parçası olan adalar da silahlandırılabilir. Türkiye`ye göre ise Montreux`den Boğaz-önü adalarının silahlandırılabileceği şeklinde bir anlam çıkarılamayacağı, çıkarılsa bile, Lozan Barış Andlaşması `nın 12. maddesi vardır. Bu madde, anılan adaların 1914`te silahsızlandırıldığını doğrulamaktadır.
Yunanistan, ayrıca, Türkiye`nin 1947`nin Paris Andlaşması `na taraf olmadığını, bu nedenle de hak ve yükümlülükler doğurmadığını iddia etmektedir. Türkiye ise, her ne kadar taraf olmasa da, Paris Andlaşması`nın bir "objektif statü" yarattığını, bu nedenle de kendisini ilgilendirdiğini belirtmektedir.
Türkiye ise 1947 Barış Antlaşması'nın yanı sıra 1923 Lozan Anlaşması'yla da Ege'deki bazı adaların silahsızlandırılması gerektiğini kayda geçiriyor. Buna göre Ege'de silahsızlandırılmış olması gereken ada sayısının 23 olduğunu kaydeden Ankara, Atina'nın bu adalardan 16 tanesinde asker ve silah sistemleri bulundurduğunu belirtiyor.
Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Ağustos ayında yaptığı bir açıklamada "Bu antlaşmaya göre 23 adanın gayri askeri statüde olması isteniyor. Bunu iki taraf da imzalamış. Hal böyle iken bu 23 adadan 16'sının silahlandırıldığını hepimiz biliyoruz.
Bu, maalesef günümüze kadar geldi ve devam ediyor. Bu, tamamen hukuk dışı bir uygulama. Hiçbir şekilde izahı mümkün olmayan, hak ve adalete sığmayan bir uygulama" ifadelerini kullanmıştı.
TÜRKİYE,AKDENIZ’DE,EGE’DE,KARADENIZ’DE HAKKI OLAN OLANI ALACAKTIR
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Doğu Akdeniz'deki gelişmelerle ilgili, "Biz nasıl kimsenin toprağına, egemenliğine, çıkarına göz dikmiyorsak, kendimize ait olanlardan da asla taviz vermeyeceğiz" diye konuştu.
Erdoğan, "Bilindiği gibi Bizans'ın mirası Fatih Sultan Mehmet Han'la birlikte Osmanlı'ya geçmiştir. Bizans'ın varisliğine bile layık olamayanların bugün arkalarına Avrupalıları alarak haksızlık, hukuksuzluk, korsanlık peşinde koşmaları tarihten ibret alamadıklarının işaretidir." dedi.
Cumhurbaşkanı, "Türkiye Akdeniz'de de, Ege'de de, Karadeniz'de de hakkı olanı alacaktır"" ifadesini kullandı.
"Yaparız diyorsak yaparız, bedelini de öderiz"
"Muhataplarımızı kendilerine çekidüzen vermeye, mahvolmalarına yol açacak yanlışlardan uzak durmaya davet ediyoruz." diyen Erdoğan konuşmasını, "Türkiye'nin artık sabrı sınanacak, kararlılığı, imkanları ve cesareti test edilecek bir ülke olmadığını herkesin görmesini istiyoruz. Yaparız diyorsak yaparız, bedelini de öderiz." sözleriyle sürdürdü.
Cumhurbaşkanı, "Biz nasıl kimsenin toprağına, egemenliğine, çıkarına göz dikmiyorsak, kendimize ait olanlardan da asla taviz vermeyeceğiz. Türkiye'ye yönelik ameliyat yapma hevesleri kursaklarında kalanlar, aradıkları fırsatı bulamayacaklardır." ifadesini kullandı.
"Doğal gaz rezervi milletimize uzun zamandır ihtiyacı olan moral kaynağı sağlamıştır"
Siyasette, ekonomide, askeri alanda elde ettiğimiz elde edilen başarıların gelecek için güven aşıladığını söyleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasını şu sözlerle sürdürdü:
"Karadeniz'de keşfettiğimiz doğal gaz rezervi milletimize uzun zamandır ihtiyacı olan moral kaynağı sağlamıştır. Bu doğal kaynaktan elde edilen her gelir, 83 milyon vatandaşımızın her birinin hayat kalitesinin yükseltilmesinde, ülkemizin hedeflerine daha hızlı ulaşmasında kullanılacaktır. İnşallah yeni müjdelerle bu başarıyı çok daha ilerilere taşıyacağız.".
IKINCI VE ÜÇÜNCÜ TÜRK UÇAK GEMILERI HAZIRLIĞI BAŞLADI
Türkiye dünyada kendi savaş gemisini tasarlayıp üretebilen 10 ülkeden birisi Ayrıca,Deniz araçlarımızın silah ve radarları milli ürünlerle donatıyoruz. Olk Türj Uçak gemısı Anadolu'yu yapıyoruz.2021 yılında denızlerde olacak.
Anadolu’nun ardından ikinci, üçüncü uçak gemilerini de inşa etmeyı planlıyoruz.
Türkiye, savunma sanayiside kararlı bir şekilde yoluna devam ediyor. Son dönemde sınırlarımız içinde ve dışında elde ettiğimiz pek çok stratejik başarıda savunma sanayisinde kat ettiğimiz mesafenin katkısı bulunuyor. Savunma alanında güçlü ve bağımsız olamayan milletlerin istikballerine güvenle bakabilmeleri mümkün değildir.
Milli savunma ve güvenlik ihtiyaçlarımızın karşılanmasıyla uluslararası alanda caydırıcılık oluşturmada teknolojik bağımsızlık her zamankinden daha kritik bir hale gelmiştir
Ülkemizin savunma sanayi proje stokunu 62'den 700'ün, proje bütçesini 5,5 milyar dolardan 60 milyar doların üzerine çıkartmamızın gerisinde kendimize olan güvenimiz yatıyor.
Yüzde 70'leri aşan yerlilik ve millilik oranı önemli olmakla birlikte maruz kaldığımız açık ve gizli ambargoları düşündüğümüzde henüz yetersiz durumdayız.
Hedefimiz kritik hiçbir alanda dışarıdan alıma ihtiyaç duymayacak bir savunma sanayi geliştirme ve üretim altyapısı inşa etmektir. Bu aynı zamanda ülkemizin dünyanın en önde gelen savunma sanayi ihracatçılarından biri haline dönüşmesi demektir.
Cirosu 1 milyar dolardan 11 milyar dolar sınırına dayanan, ihracatı 248 milyon dolardan 3 milyar doların üzerine çıkan Ar-Ge harcaması 1,5 milyar doları geçen bir sektör büyüklüğüne ulaştı
Sektördeki firma sayısı da 56'dan 1500'e çıkmasının bu alandaki dinamizmin en somut ifadesidır.
"GELİŞMELERİ YÖNLENDİREN BİR ÜLKE HALİNE ULAŞMAMIZ HENÜZ BİR BAŞLANGIÇTIR"
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye'nin, dünyanın ilk 100 savunma sanayi şirketi listesinde artık 7 firma ile temsil edilmesinin, gelecek açısından ümit verdiğini kaydettı, şöyle devam etti:
"Şu ana kadar gerçekleştirdiğimiz atılımlar sayesinde bölgesinde oyun kuran, oyun bozan, gelişmeleri yönlendiren bir ülke haline ulaşmamız henüz bir başlangıçtır. Denizcilik, savunma sanayinde en çok projeye sahip olduğumuz ve mesafe katettiğimiz alanlardan biridir.
Gemi inşaat sektörümüz, 3 kıtada, 9 ülkeye 130 adet deniz platformunun ihracatını gerçekleştirerek 3 milyar dolarlık ihracata imza attı. İlk milli savaş gemisi projemiz olan MİLGEM kapsamında yüzde yüz yerli tasarım olarak geliştirilip üretilen Heybeliada, Büyükada, Burgazada ve Kınalıada korvetlerimiz denizlerde şanlı bayrağımızı dalgalandırıyor."
Erdoğan, amfibi harekat, araç ve personel nakli, ateş desteği ve doğal afetlerde yardım ile acil destek hizmetleri sağlayan Bayraktar ve Sancaktar gemilerinin geniş bir alanda hizmet verdiğini hatırlatarak, yeni tip denizaltı projesinin ilk denizaltısı Pirireis'i havuza çekerken, 5. denizaltı olan Seydialireis'in kaynak faaliyetlerini de başlattıklarının bilgisini verdi.
"TÜRKİYE, DÜNYADA KENDİ SAVAŞ GEMİSİNİ TASARLAYIP ÜRETEBİLEN 10 ÜLKEDEN BİRİDİR"
Denizaltı kurtarma gemisinin kendi alanında önemli bir proje olduğuna değinen Erdoğan, şunları kaydetti:
"Türkiye, dünyada kendi savaş gemisini tasarlayıp üretebilen 10 ülkeden biridir. Ayrıca envanterde bulunan birçok deniz aracımız günün şartlarına uygun olarak son teknolojiler eklenerek modernize edildi. İnşa edilen ve modernize edilen deniz araçlarımızın silah, radar, muhabere ve elektronik sistemleri yerli ve milli ürünlerle donatıldı. Milli füzemiz Atmaca'yı da gemilerimize entegre ederek, platform üretimi yanında kritik silah ve sensörlerin yerlileştirilmesinde de önemli aşama kaydettik. Tüm bu aşamaların tamamlanmasıyla donanmamız dosta güven ve düşmana korku salan duruşunu daha da güçlendirmiştir."
Erdoğan, bu yıl ise Anadolu'nun ardından envantere girecek en büyük ikinci gemi olan denizde ikmal muharebe destek gemisi projesine hız verildiğini sözlerine ekledi.
"BU YIL SONUNDA TEST VE EĞİTİM GEMİMİZ UFUK'U HİZMETE ALACAĞIZ"
Bugün de 2 acil müdahale ve dalış eğitim botunu ve 2 yeni SAT botu ile 8 süratli devriye botunu Deniz Kuvvetlerine kazandırdıklarını belirten Erdoğan, şunları söyledi:
"Botlarımızın çoğunu inşası ve donanımı biter bitmez hemen sahaya gönderdik. Gerçekten tasarımlarıyla ve tüm denizdeki kabiliyetleriyle bizim iftihar vesilesi olacak olan bu ürünlerimiz bundan sonrası için sadece ülkemizde değil, yurt dışından da ciddi talepleri alacaktır. Şu anda bazıları Gölcük'te, bazıları Ege ve Akdeniz'de görev halindeler. Görüldüğü gibi kaybedecek tek bir anımızın olmadığı bilinciyle çalışıyor, üretiyor, mücadele ediyoruz.
Şimdi çok daha büyük projeler üzerinde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Donanmamıza ilk defa katılacak 5 büyük projeyi 5 yıl içerisinde hayata geçirmeyi hedefliyoruz. Bu yıl sonunda test ve eğitim gemimiz Ufuk'u hizmete alacağız.
Önümüzdeki yıl çok maksatlı amfibi hücum gemimiz Anadolu denizlerimizde göreve çıkacak. Gemi inşaat sektörü burada. Buradan sesleniyorum, diyorum ki, Anadolu'yu inşa ettik, gelin bir de artık şöyle bir, iki veya daha fazla uçak gemisi de inşa edelim. Herhalde yaparız değil mi? Çünkü denizlerde bu caydırıcılığa ihtiyacımız var. Sadece Anadolu yetmez, bu adımı da atmamız lazım.
2022'de yeni tip denizaltılarımızın ilki olan Pirireis filomuza katılacak. 2023'te il sınıfı fırkateynlerinin ilki olan MİLGEM projesinin 5. gemisini denizlerimize yolcu edeceğiz. 2024'te denizde ikmal ve muharebe destek gemisi DİMDEG'i inşallah Deniz Kuvvetlerimize kazandıracağız. Denizaltı teknolojisinde edindiğimiz kabiliyetler ışığında, 2022 yılından sonra her yıl bir tane olmak üzere toplam 6 denizaltımızı devreye alacağız."
DONANMAMIZIN ,PRUVASI NETA, DÜMENİ VİYA OLSUN
(Bülent Erandaç. Takvim Gazetesi Yazarı)
Cumhurbaşkanımız Recep Erdoğan Liderliğinde Türkiye, emperyalist zincirleri kıra kıra yürüyor. Bu bağlamda, Irak’ta, PKK’nın beli kırıldı, Kandil ile Kuzey Irak-Türkiye yolları kapatıldı. Suriye’de ABD-ISRAİL PKK-PETROOL KORIDORU HAVAYA UÇURULDU. Akdeniz ve Karadeniz’de dantel gibi işlenen stratejik hamlelerle de MAVI VATAN da haklarımıza göz dikenlere, meydanın boş olmadığını gösteriyoruz.
Evet. Güçlü Türk Donanması eşliğinde kandı malımız olana Sismik-Sondaj gemileriyle, darın oyunları bozuyoruz. Yakın coğrafyamızda yarınların kaderine hakım olacak, deniz ve hava üsleriyle örülüyor. LİBYA MISRATA’DA TÜRK DENIZ Üssü ve VATIYE’DE HAVA ÜSSÜMÜZ, başta Macron’un ve beraber hareket ettiği ŞER CEPHESİ’nın damarlarını çalışamaz hale getiriyor. Türkiye'nin hizmetine sunulacak hava üssünde, darbeci Hafter'e karşı yürütülen operasyonlarda kilit rol oynayan ve büyük başarı gösteren SİHA ve hava savunma sistemleri mevzilendiriliyor.
Misrata deniz ve Vatiyye Hava üssüdeki kahramanlarınız, artık Fransa’nın sömürdüğü Sahra altı Müslüman bölgesine bakıyor. Kanını emdiğin Müslümanlara yardım için hazırız. AZ KALDI MACRON, GELIYORUZ.
ABD-NATO GLADYOSU FETÖ’NÜN DONANMAYA SALDIRMASINI ASLA UNUTMAYALIM
Yıllar önce, ABD- NATO kuklası FETÖ’nün Türk Donanmasını çalışamaz hale getirmek üzere harekete geçirilmesini ,Bugün Akdeniz’de yaşanan beka mücadelemiz açısından DEĞERLENDIRMEKTE Büyük yarar var.
Derin ABD-Avrupa’nın, Akdeniz’i parselleme çalışmaları, yıllar önce başlamıştı. Hedefleri, Türkiye’nin sonraki yıllarda donanmasının düşürülmesi, hazırladıkları, İKİNCİ SEVR’E, müdahale edemez duruma getirilmemizdi. Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın özellikle 2007’den sonra devreye soktuğu DENIZ STRATEJISI İLE TÜRKİYE’NİN DENİZCİLİKTEKİ BAŞARISI ABD’NİN GÖZÜNE BATIYORDU.
Kuklaları FETÖ’ye ABD ve peşindeki Avrupa-Atlantik derin yapısı, Türk Donanmasını felç edecek sahte evraklarla saldırtıldı. ABD ve İsrail’in neo-conları organizasyonuyla Akla hayale gelmeyecek iftira ve yalanlara dayalı komplolar kuruldu.
Hedefleri, Türkiye’nin denizcileşmesi ve bölgesel bir Deniz Gücü olmasının engellenmesiydi. Yapamadılar. Başaramadılar. Açtıkları çukurlara gömüldüler. Ardından, Eğer,15 Temmuz 2016 ABD ajanı FETÖ, başarılı olsaydı, Bugün Akdeniz’e çıkamazdık. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ve Türk Milleti tarihi mücadeleyi veremeseydi, Antalya körfezinde hapis edilmiştik.
IKINCI DÜNYA SAVAŞINDAN SONRA AMERIKA-NATO TÜRK DENİZ KUVVETLERİNİ İPOTEK ALTINA ALMIŞTI.
Kafasını kaldıracak, yakın coğrafyasına bakacak,ımparatorluk kodlarını konuşturacak Türkiye korkusu, Haçlı- Siyonistlerde hep vardı.Bunun için ıkıncı dünya savaşından sonra Amerıka-Naro’nun,hem hava, hem denız güçlerimizi ipotek etme rezilliği hep gündemde olmuştu. Kuklaları FETÖ ile donanmaya saldırdılar. Türkiye’yi işgale yol açacak 15 Temmuz NATO darbesini kurguladılar. Yapamadılar. Başkan Erdoğan-Türkiye kalesini ele geçiremediler.
Erdoğan’ın başlattığı Türkiye’nin ilk milli gemisi “MİLGEM” i kırmak için çok uğraştılar. Durduramadılar. İşte sonuç: MİLLİ SAVAŞ GEMİLERİMİZ AKDENİZ’DE. TÜRKİYE’YE AIT SİSMİK-SONDAJ GEMILERI GIRIT ADASI AÇIKLARINDA GÖREVDE.
Güneş balçıkla sıvanmaz. Bir gerçek güneş gibi ortada. Evet. Başkan Recep Tayyip Erdoğan-Türk devlet aklının MAVI VATAN STRATEJİSİ, DENİZ KUVVETLERİMİZİ 500 YIL SONRA TEKRAR DENİZLERE HAKİM DURUMA GETİRMİŞTIR.
Türk Donanmasının yükselişi o denli büyük oldu ki, bu yükseliş, 21’inci yüzyılda Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’in küresel kurgular ile şekillenmesine izin vermiyor. Türk Donanması Türkiye’nin denizcileşmesinin lokomotifi olmuştur. Donanmamız , “Mavi Vatan” denizlerimize hayat vermektedir. DENİZLERDE DE BEKA HATTINI TAHKİM ETMEKTEDİR.
Akdeniz’de, Ege’de, Karadeniz’de Başkan Erdoğan-Türk Devlet Aklı, ÇAKMA NAPOLYON MACRON’u, kuklaları Yunanistan’ı, Rumları açtıkları çukurlara doğru sürüklemektedir. Gök vatan mimarimizin önderlerinden Selçuk Bayraktar Türkiye’yi işgale yönelik NATO kuklası FETÖ darbe girişimin mimarlarından ABD Eski Başkan Yardımcısı Küstah ABD’li Demokrat Başkan adayı Bıden’e anlayacağı dilden mesaj gönderdi, Türkiye düşmanlarına Çanakkale görseliyle göndermede bulunarak, ’DUR YOLCU... Bilmeden gelip bastığın bu toprak, Bir devrin battığı yerdir’’tokatını attı. EVET. BIR DEVRI KAPATAN ÇANAKKALE’NIN TORUNLARIYIZ.
KORKUNUN ECELE FAYDASI YOK
(Bercan Tutar Sabah Gazetesi Dış Haberler Müdürü)
Türkiye sadece Trakya ve Anadolu'dan ibaret değildir. Ülkemizin milli, tarihi, ekonomik ve jeo-kültürel güvenliği Halep, Bağdat, Saray Bosna, Kırım, Bakü, Kerkük, Musul, Tebriz, Beyrut, Trablus, Mogadişu, Kabil, İslamabad'dan başlar...
İşte bu paradigma ile hareket eden Sayın Erdoğan'ın kurucu siyasi liderliğini yaptığı 'Yeni Türkiye' gerçeği Batı dünyasının adeta uykularını kaçırıyor. Atlantik'teki panik giderek artıyor. Bu bağlamda Libya ve Doğu Akdeniz krizlerinde Yunanistan ile değil aslında yedi düvelle yeni bir istiklal ve istikbal savaşı veriyoruz.
Nitekim 15 Temmuz darbe girişimi ve Gezi kalkışmasında olduğu gibi ABD ve Avrupa ile İsrail ve BAE gibi bölgesel taşeronları Doğu Akdeniz'de yine tek blok halinde Türkiye'ye karşı mevzilenmiş haldeler.
Bu bizi şaşırtmıyor. Zira İngiliz, Ermeni, Yunan, Yahudi, Fransız, Alman ve Amerikalı siyasilerle onların beşinci kol faaliyetlerini yürüten medyadaki besleme kalemleri yıllardır sabah akşam Türkiye'yi karalamakla meşgul. Neo-Osmanlı sendromu ile yapılan analizlerde sadra şifa tek satır bile bulmak zor. Çünkü aynı sinsi mihraklardan aynı kirli teolojiden ve aynı histerik travmalardan besleniyorlar.
***
Osmanlı ve Selçuklu'dan ödü kopan Batı boşuna Başkan Erdoğan'ı yeni bin yılın Fatihi ve Selahaddin'i olarak lanse etmiyor. Zira Sayın Erdoğan'ın ezber bozan hamlelerinin sadece İslam dünyasına değil vesayet altındaki diğer milletlere de ilham verdiğini görüyorlar.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın'ın "Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır" demişti haklı olarak.
Sayın Kalın'ın bu tespitine yönelik seküler kılıflı ruhani ilk tepkiler Batı'yı din olarak gören çağdaş çevrelerden geldi. Benzer şekilde Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak'ın "Artık ne Batı ne Doğu yeni eksen Türkiye" çıkışı da hayli ses getirdi.
Sayın Erdoğan'ın 'Fetih Medeniyeti' tasavvurundan damlayan bu cümleler hem Batı'da hem kolonyal laik beyinlerde pavlovcu kimyasal reaksiyonlara yol açtı.
Bu beklenen bir şeydi. Fakat asıl büyük mesele Ayasofya'nın yeniden ibadete açılmasıydı. Bu hamle bir bakıma rehin alınmış eski Türkiye'yi yeniden fethetmenin ve bağımsızlığımızı yeniden kazanmanın da sembolüydü. Batı için bu büyük bir meydan okumaydı. Zaten Yeni Türkiye'nin attığı her adımı bir meydan okuma olarak algılıyor/ du Atlantik dünyası.
***
Daha 2006'da "The Cultural Roots of American Islamicism/ Amerikanİslamcılığının Kültürel Temelleri" kitabını yazan profesör Timothy Marr,"Akdeniz, Afrika ve Asya'nın başka yerlerindeki İslam'ın yükselişi (yani Türkiye'nin yükselişi) Amerika'nın kendine has demokratik ilkelerini ve Hristiyan değerlerini dünyaya yayma arzusuna meydan okumadır" diyordu.
Şunu unutmayalım ki Batı'nın sömürgecilik, ırkçılık ve jakoben faşizminin pekişmesinde 'İslam ve Osmanlı despotizmi' diye sunulan manipüle edilmiş Türk algısı kilit öneme sahiptir. Batı dünyası sömürgeci ve ırkçı temellerini İslam ve Osmanlı despotizmi çarpıtmasıyla meşrulaştırdı. Bu kültürel tüccarlık üzerine kendi liberal ve sosyalist sömürge sistemlerini inşa ettiler.
Bu konuda ABD'nin karnesi Avrupa'dan da berbat. Örneğin ABD'nin kurucu babalarından, ilk dışişleri bakanı ve ilk Anayasa Mahkemesi başkanı da olan John Jay (1745-1829), 1787'de referanduma sunulan yeni anayasaya destek isterken, "Eğer onaylamazsanız Osmanlılar Amerikan kıyılarına çıkıp tek bir filikası olmayan sizi köleleştirebilir" diyerek New Yorkluları tehdit etmişti.
1818 yılında sahnelenen "The Young Carolinians- Americans in Algiers/Genç Amerikalılar Cezayir'de" adlı beş perdelik piyeste ise bir kumarbaz "Denizcilerimiz hilalleri sabit yıldızlarımıza çevirecek" diyerek Osmanlı'nın elindeki tutsak beş Amerikalı denizciyi kurtarması karşılığında borçlarından kurtuluyordu.
Haliyle Müslümanları esir alıp topraklarından sürmek modern haçlı zihniyeti ve şeytani teolojisinin en önemli kaidelerindendir. Batı düşüncesi budur. Asırlar önce ne ise hâlâ değişmemiştir. Batı için İslam ve Türkler mağlup edilmesi gereken tehlikeli bir güçtür.
Netice olarak 15 Temmuz destanı, Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz'deki hamlelerle Karadeniz ve Ayasofya devrimleri, Batı'da Yeni Türkiye'nin gücünün burçları diye okunuyor. İşte Yeni Türkiye'yi Batı'nın tahtını sarsan yeni bir medeniyetin doğuşu olarak gördükleri için boğmaya çalışıyorlar. Fakat bu kez başaramayacaklar. Zira tarih ve talih artık bizden yana...
BERAT ALBAYRAK’TAN YENI DÖNEMİN KODLARI
(Abdülkadır Selvı.Hürrıyet Gazetesı yazarı)
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “müjde” olarak açıkladığı Karadeniz’deki doğalgaz bulunmasıyla birlikte başlayan yeni sürecim kodlarını anlattı.
Berat Albayrak iki noktaya odaklanmış durumda.
BİRİNCİ NOKTA
Sürekli olarak “Bir zihniyet değişikliği gerçekleştirdik” diyor. “Bir duvar yıkıldı”diye bunu tarif ediyor. Peki o zihniyet değişikliği ne? “Bizde petrol yok, bizde doğalgaz çıkmaz” diyen zihniyetin yıkılması. Onun yerine “Biz de doğalgaz buluruz, biz de petrol çıkarırız, biz de enerji piyasasında uluslararası oyuncu oluruz” özgüveninin gelmesi. Demirel’in tabiriyle Türkiye’nin 70 sente muhtaç olduğu günlerden Özal’ın sağladığı zihniyet değişimi ile Türk parasının dönüştürülebilir olduğu döneme geçilmişti. Cebinde döviz bulundurmanın suç olduğu günlerden ihracatta sınırları zorlayan Türkiye’ye o vizyon sayesinde ulaştık.
İKİNCİ NOKTA
Karadeniz’de bulunan 320 milyar metreküp doğalgaz, Türkiye’yi başka bir lige taşıyor. Berat Albayrak, bu gücün yönetilmesiyle ilgili, “Bu rezerv Türkiye’yi dünya liginde enerji üreticisi ülkeler ligine çıkaran bir keşif. Enerji bağımlılığı anlamında Türkiye yeni bir çağın sürecini başlattı. Bu adım hem psikolojik hem de maddi olarak bir duvarı yıktı” diyor.
GÜNLÜK TUTUYOR
Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak günlük tutuyor. Bu tür önemli olayları günü gününe yazıyor. Onları da zamanı gelince yayınlamayı planlıyor.
BAKAN ALBAYRAK’A BATILI BAKANIN TEHDİDİ
Enerji savaşları tehditlere, darbelere, işgallere varan sert mücadelelere sahne oluyor. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, “Ben bir Batı ülkesinde muhatabım tarafından birebir sözlü, imalı tehdit edilmiş bir bakanım” deyince yine gözlerimiz fal taşı gibi açıldı. Nasıl yani? Berat Albayrak o kadar sıradan bir şey anlatıyor gibiydi ki sözlerini açmasını istedik.
“Ne zaman oldu” diye sorduk. “Enerji Bakanlığım döneminde” dedi. Israrlı sorularımız üzerine, o şahsın Batı’nın büyük devletlerinden birinin Enerji Bakanı olduğunu söyledi.
“Orada ona gereken cevap verildi. Ama bunları ileride yazmamız lazım. Nesiller bunu bilmeli” dedi. Aynı kanaatteyim.
FATURALARA YANSIYACAK
Karadeniz’de bulunan doğalgaz, vatandaşın faturasına yansıyacak mı? Hazine ve Maliye Bakanı Albayrak’a bunu da sorduk. Net bir dille, “Yansıyacak” dedi. Dilerim daha büyük rezervler tespit edilir, vatandaşlarımızın faturaları hafifler.
HALKA ARZ GELİYOR
Berat Albayrak’ın piyasaları ilgilendiren bir açıklaması oldu. TPAO ve BOTAŞ’ın halka arz edileceğini söyledi. Fotoğraf çektirirken tekrar sordum. Önce doğalgazla ekonomik olarak hacmini büyütüp ondan sonra halka arz edecekler. Bu doğalgaz daha ilk adım olduğu için bence gazla ilgili yeni bir birim kurulabilir.
O KİŞİ BU KAREDE
Şimdi size bir fotoğraf bırakacağım. Akın Öztürk başta olmak üzere 15 Temmuz’un lider kadrosundan isimler bu karede yer alıyor. Ama bu bir 15 Temmuz yazısı değil. O karenin altında Karadeniz’de çıkan doğalgaza uzanan bir zihniyet yatıyor.
İsterseniz önce Hazine Bakanı Berat Albayrak’ın anlatımlarına kulak verelim:
“Güney Kıbrıs, Doğu Akdeniz’deki sahaları parsel parsel özel şirketlere ihale etmeye başladığında Bakanlar Kurulu’nda yüksek sesle konuyu gündeme getirdik. ‘Böyle bir şey olamaz. Bizim egemenlik haklarımızın olduğu yerlerde, karasularımızda ihaleye çıkıyorlar’ dedik. ‘Etkin bir rol oynamamız lazım’ dedik. Bunun üzerine Dışişleri, Genelkurmay ve Enerji Bakanlığı’ndan oluşan üçlü bir kurul oluşturuldu. Toplantıda bize ‘Akdeniz’de ne işimiz var. Avrupa ne der, Amerika ne der? Gemimiz yok, kiralasak pahalı’ diye devamlı itirazda bulunan bir yapı. Biz gereken cevabı orada verdik. 15 Temmuz’da merdivenlere dizildikleri bir fotoğraf var ya, birisi orada.”
15 Temmuz’un darbeci generallerinin dizildiği bir fotoğraf var. Orada Deniz Kuvvetleri İstihbarat Başkanı Tuğamiral Murat Şizai ve yine Deniz Kuvvetleri Harekat Başkanı İhsan Bakar yer alıyor. ABD’nin planları doğrultusunda ülkesine karşı darbe yapmaya çalışan FETÖ’cülerden her şey beklenir’’
ANADOLU AJANSI ANALİZ
MANDANIN DÖNÜŞÜ:FRANSA’NIN YENI AFRIKA POLITIKASI
(Prof. Dr. Seyfettin Erol)
Fransa Akdeniz-Afrika-Orta Doğu jeopolitik üçgenindeki varlığını Arap Baharı sonrası dönemde her geçen gün daha da artırma yönündeki politikasını devam ettiriyor. Siyasi-askeri hırslarını ve bu bağlamda tarihsel hedeflerini “ötekiler” üzerinden saklayan ve meşrulaştıran Fransa, krizlerden beslenen politikasıyla yeni dünya düzeni inşa sürecinde yerini almaya çalışıyor. Yeni emperyalist politikası çerçevesinde, Türkiye ile bir kez daha tarihsel hesaplaşma içine giren Fransa, kaygan bir zeminde yeni ittifaklar peşinde. Batı-Doğu mücadelesini ve hatta Batı’nın kendi içindeki güç mücadelesini bir fırsata çevirmeye çalışan Fransa açısından, “zayıf halkalar” ve buralarda yürütülen nüfuz mücadeleleri önemli bir yere sahip. Lübnan’da yaşanan son patlamadan sonra Beyrut sokaklarında boy gösteren Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un manda çağrısı bu açıdan epey önemli; özellikle de Soğuk Savaş sonrası süreçte, ABD’nin adeta zafer sarhoşluğu yaşadığı bir dönemde, uluslararası sistemde yaşanan boşluğu doldurmaya ve bu kapsamda “Büyük Fransa”yı yeniden inşa politikasına yönelik ilk ciddi hamlesini yaptığı yer olan Afrika açısından.
Nitekim Fransa 1990’lı yıllardan itibaren “yumuşak” ve “sert” güç unsurlarını kullanmak suretiyle bu kıtada tekrar güçlü bir şekilde yerini almaya çalışıyor. Bu kapsamda “müze diplomasisi” ve askeri müdahaleler arasında gelgitler sergileyen Fransa’nın, Afrika politikasında sert gücün ön plana çıkacağına yönelik sinyaller her geçen gün daha net alınıyor. Geçtiğimiz Temmuz ayı içinde yaşanan gelişmeler bu açıdan fazlasıyla dikkat çekiciydi. Bunlardan ilki 1830-1962 yıllarında Fransız işgaline karşı savaşan 24 Cezayirli mücahidin kafatasının, 170 yıl sonra, Fransa’da sergilendikleri müzeden ülkelerine getirilmesi ve bunun Fransa tarafından bir kamu diplomasisi başarısı olarak lanse edilmesiydi.
Macron’un Afrika ile barışma ve yeni bir başlangıç gerçekleştirme hedefi doğrultusunda “müze diplomasisi”nin farklı bir uygulaması olarak nitelendirilebilecek bu hadise, Afrika’daki kanlı imajlarını düzeltmeye yönelik bir adım olsa da, sömürgeci devletler içinde en acımasız, vahşi ve barbar ülke olan Fransa’nın “neler yapabileceğini” göstermesi açısından da önemliydi. Dolayısıyla tarihsel hafızayı canlandıran bu “diplomasi” uygulaması, sömürgeci yüzsüzlüğünün bir başka tezahürü olarak tarihteki yerini şimdiden almış durumda.
Diğer taraftan Savunma Bakanı Florence Barley’in yine Temmuz ayı ortalarında, terörle mücadele kapsamında Mali’ye yaklaşık 100 asker göndereceklerini açıklamasının ardından, bu ülkedeki Fransız üssünden Hafter’e destek amacıyla Libya’nın güneyine asker gönderildiğine ve Charles de Gaulle uçak gemisinin de Sirte’nin 80 kilometre açığına demirlediğine yönelik iddialar, Fransa’nın bu kıtadaki askeri operasyonlarının daha da artacağına işaret ediyor.
Bu gelişmeler hiç kuşkusuz “fiili işgal” ile eşdeğer görülüyor ve başta eski Fransız sömürgeleri olmak üzere, ilgili tüm taraflarda ciddi endişelere yol açıyor. Bu da Frankofon Afrika’daki hegemonyasını sürdürmekte zorlanan Fransa’nın ve buna bir çözüm bulmaya çalışan Macron’un işini elbette daha da zorlaştırıyor.
Peki, Fransa neden böylesi çelişkili bir politikayı aynı zamanda uygulamaya çalışıyor? Fransa’nın Afrika’daki varlığının temelinde nasıl bir politika yatıyor? Fransa Afrika’dan neden vazgeçemez?
Fransa’nın Afrika’ya yönelik klasik sömürgecilik dönemi dışındaki aktörleri/ilişkileri kabullenememesi, daha da ötesi bir tehdit olarak görmesi ve bunu “Batı dünyasının ortak tehdidi” olarak yansıtma gayretleri, bugünkü politikasının temelini oluşturuyor.
Fransa’nın Afrika’daki sömürge politikası
Fransa’nın Afrika politikasında üç temel dönem söz konusu: Sömürgelerini kaybettiği İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar süren klasik sömürgecilik, Soğuk Savaş’la gelen yeni sömürgecilik ve Soğuk Savaş sonrası dönem.
Bu üçüncü dönem de kendi içinde Arap Baharı öncesi ve sonrası şeklinde ikiye ayrılabilir. Zira Arap Baharı ile birlikte Fransa’nın militarist varlığı sadece “Fransa Afrikası”ndaki mevcut yönetimlere, terörist yapılanmalara yönelik değil, aynı zamanda Fransa’nın bölgedeki varlığını, çıkar alanlarını tehdit eden, tehdit etme potansiyeli gösteren üçüncü ülkelere karşı da örtülü operasyonlar ve güç gösterisi şeklinde tezahür etmekte.
Fransa’nın Afrika’ya yönelik klasik sömürgecilik dönemi dışındaki aktörleri/ilişkileri kabullenememesi, daha da ötesi bir tehdit olarak görmesi ve bunu “Batı dünyasının ortak tehdidi” olarak yansıtma gayretleri, bugünkü politikasının temelini oluşturuyor.
Dolayısıyla Fransa’nın anlayışında var olan “sahiplenme” duygusu ve bu bağlamda Afrika’nın “her istediğini yapabileceği bir arka bahçe” olarak görmesi, bu kıtaya yönelik farklı yöntem ve uygulamaların da bir anlamda nedenini ortaya koyuyor.
Fransa’nın diğer aktörlere göre Afrika’da daha hırslı bir politika izlemesi, kıtaya yayılması ve elde ettiği sonuçlar, haliyle bu kıtaya yönelik politikasının altyapısını da gündeme taşıyor. Bu kapsamda, kıtada sadece siyasi değil iktisadi açıdan da katı bir politika yürüten Fransa’nın, eski sömürgelerinde fazlasıyla güçlü bir alt yapıya sahip olduğu hemen dikkatleri çekiyor.
Kıtadaki hâkimiyetini kalıcı hale getirmek için sömürgelerdeki yönetim ve eğitim politikalarını kendine uygun biçimde düzenleyen ve kolonilerini merkeze bağlı bir şekilde yönetmeyi tercih eden Fransa’nın bu ülkelerde yumuşak güç unsurlarını kullandığı, bunların başında da Fransızcanın ve Fransız kültürünün geldiği görülüyor. Nitekim bugün bu sömürge ülkelerinin neredeyse hepsinde Fransızca resmi dil; hatta bazı sömürge ülkelerinde kendi yerel dilleri kullanılmamakta; tek ve ortak resmi dil Fransızca.
Fransız mandacılığı: ''Fransafrika'' ve ''ulussuz devlet''
Yerli halkları kendi içlerinde eritmek doktrininden hareketle, sömürge topraklarında özellikle toplumun belirli bir kesimine ayrıcalıklar tanıyarak, kendisiyle işbirliği yapacak elit bir sınıf devleti oluşturma ve bunları Fransız kökenlilerle destekleme, Fransa’nın izlediği “böl-yönet” politikasının önemli bir parçasını oluşturuyor. Bundan ötürü Afrika’daki “ulussuz devlet” inşalarında Fransa epey önemli bir yere sahip.
Fransa’nın Afrika’daki varlığının/gücünün temelinde, kilit mevkilerde bulunan elitlerin tamamına yakınının, geçmişte olduğu gibi günümüzde de Fransız eğitiminden geçirilmesi yatıyor.
Dolayısıyla milli bilinç ve yapıların oluşumunu engellemek ve bunları ekonomik, kültürel ve toplumsal anlamda kendisine tâbi kılmak yönündeki politikasının bir sonucu olarak “Siyah Fransızlar” oluşturmaya yönelik asimilasyon politikası bu noktada büyük önem arz ediyor.
Bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra Fransız bayrağını kendi bayraklarına ekleyen Afrikalı ülkeler ve “Fransafrika” (Françafrique) gibi kavramları gündeme getiren Afrikalı lider ve entelektüeller bunun en büyük kanıtı olarak değerlendiriliyor.
Bir diğer önemli husus, Fransa’nın Afrika’daki eski sömürgeleriyle olan siyasi, askeri, ticari ve kültürel ilişkisini hiçbir şekilde kesmemesi ve bunu değişik araçlarla ve yöntemlerle devam ettirmesi olarak karşımıza çıkıyor. Bundan dolayı Fransa, bu ülkeler açısından halen en önemli ticaret ve güvenlik ortağı. Bu kapsamda, tek ürüne bağımlı ekonomiler oluşturarak bu ülkelerin kendisinden kopmasını engelleyen Fransa’nın, bu ülkelerden çekilirken imzaladığı savunma işbirliği anlaşmaları ve kendine yüklediği “Afrika’nın jandarması/polisi” rolü, açıkçası bu ülkelerdeki varlığının ve müdahalelerinin (1945-2005 yılları arasında yapılan 130 askeri müdahalenin) en büyük güvencesini oluşturuyor.
Daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse, “jandarma/polis” rolü ya da militarist yöntemler Fransa açısından kaçınılmaz kabul ediliyor. Zira Fransız yayılmacılığının temelinde, öncü güç olarak askerler ve kanlı işgal politikaları söz konusu: Askerler tüccarlara yol açıyor.
Bugün de yapılan şey aslında geçmişten farklı değil. Macron’un başta Doğu Akdeniz olmak üzere, bölgedeki krizlerde ve Türkiye karşıtı tutumunda, başta Fransız ordusunu ön plana çıkarması ve savaş naraları atmasının temelinde de bu anlayış yatıyor.
Fransa’nın kurduğu sisteme aykırı hareket edenler cezalandırılıyor. Bu husus bizzat Fransızlar tarafından “ellerinizi kirletmeden Afrika ile ilgilenemezsiniz” sözüyle de adeta itiraf ediliyor.
Afrika’da devlet başkanları ve diğer devlet adamları, aydınlar, gazeteciler, iş adamlarına, “Afrika Afrikalılarındır” söylemine/ruhuna sahip olanlara yönelik gerçekleştirilen darbeler ve suikastlar, Fransa’nın kanlı elinin en somut göstergeleri arasında yer alıyor.
Zira Fransa Afrika’yı kaybetme riskini hiçbir şekilde göze alamıyor; özellikle de “Frankofon Afrika”daki hegemonyasını sürdürmekte zorlanmaya başladığı, meydan okumaların arttığı şu dönemde.
''Afrika olmadan Fransa güçsüz bir ülkedir!''
Aslında bu ifadenin kendisi bile başlı başına Fransa’nın Afrika’dan neden vazgeçemediğini büyük ölçüde özetliyor. Nitekim kıtada 1659’da St. Louis’i (bugünkü Senegal) sömürgeleştiren Fransa açısından, bu ülkeler hem önemli bir pazar hem de enerji ve hammadde ihtiyacını karşılayacak tedarikçiler olarak görülmekte.
Öyle ki 1950’li yıllarda Fransa dış ticaretinin yüzde 60’ı Afrika’yla yapılmakta ve enerji ihtiyacının yüzde 30’u da yine buradan karşılanmaktaydı.
Günümüzde bu ihtiyaçlar, özellikle de enerji güvenliği bağlamında, daha da artmış vaziyette. Bilindiği gibi, Fransa’nın enerji üretiminde ilk sırada nükleer enerji bulunuyor ve Fransa bu sektör için gerekli uranyumu Afrika ülkelerinden tedarik ediyor. Tabii bir de mevzunun petrol ve doğal gaz boyutu var.
Fransa hammadde alımının yanı sıra, bu ülkelere en fazla ihracat yapan ülke konumunda. Dolayısıyla bu ülkelerden çekilmiş olsa da, karşılıklı ekonomik bağımlılık ilişkisi devam ediyor.
Daha da ötesi, Fransa açısından savaşacak insan kaynağı da halen Afrika. “Senegalli savaşçılar” ile başlayan bu süreç, Birinci Dünya Savaşı’nda zirve yapmış ve Fransız ordusunda 845 bin Afrika kökenli asker değişik cephelerde bu ülke adına savaşmıştı.
Savaştıkları yerler içinde Osmanlı toprakları ve hatta Antep bile vardı. Gelinen aşamada, ülkesinde ordusuna asker temininde zorlanan Paris açısından yine “Senegalli askerler” görev başında ve elbette bunlar sadece Senegal kökenli Afrikalılar değil.
Batı’nın dağılma sürecini ve Çin ile yaşanan rekabeti/güç mücadelesini bir fırsata çevirmeye çalışan, bu kapsamda kıtadaki askeri varlığını ve operasyonlarını arttıran Fransa, Afrika üzerinden bir kez daha “yeniden doğuş” peşinde.
Bir diğer ifadeyle dünyanın ikinci büyük sömürge imparatorluğunun kaybedilmesinin yaşattığı kayıpları telafi etme, 1919-1939 arasındaki sınırlarına tekrar kavuşma hayalinde.
Her ne kadar Fransa ve diğer ülkeler Türkiye’yi “Yeni Osmanlıcılık” ile itham etseler de, aslında uygulamaya bakıldığında, bu ülkelerin tarihsel kodlarına hızlı bir şekilde döndükleri ve başta Afrika olmak üzere, diğer sömürgelerini bir kurtuluş yeri ve daha da ötesi “kanlı imparatorluklarını” yeniden inşa adresi olarak gördükleri anlaşılıyor. Manda çağrılarını da bu kapsamda değerlendirmek lazım.
Bu anlamda, Afrika’daki (başta uranyum olmak üzere) enerji kaynaklarının kontrolü Fransa için hayati önem taşımakta. Stratejik doğal kaynaklara sahip olma ve güzergâhları kontrol etme, Fransa’nın kendi ihtiyaçları kadar, bu kaynaklara ihtiyaç duyan diğer güç merkezleri/güç merkezi adaylarına yönelik güç projeksiyonu uygulayabilmesi ve elini stratejik açıdan güçlendirmesi açısından büyük bir ehemmiyet arz ediyor.
Zira geçmişte olduğu gibi günümüzde de, özellikle “Yeni Büyük Oyun”da Afrika gıda, enerji ve su yollarının güvenliği açısından bir kez daha ön plana çıkmış durumda.
Paris başta AB olmak üzere Batılı aktörleri kullanmak suretiyle “Büyük Fransa”yı Afrika-Orta Doğu üzerinden inşa etmek istiyor. Bunun için de Akdeniz’e yerleşmeye çalışıyor; Cezayir ve Libya başta olmak üzere Kuzey Afrika’ya verdiği önemin altında da bu yatıyor.
Mandanın dönüşü, Batı'nın bitişi
Özellikle Çin’in “Kuşak-Yol” ile birlikte gündeme gelen “Modern İpek Yolu” projesi kapsamında Kuzey ve Doğu Afrika’nın Malakka’ya kadar uzanan bölgeyi kontrol açısından taşıdığı önem (Cebeli Tarık, Süveyş ve Kızıldeniz boyutuyla), kıta üzerinde yeni bir güç mücadelesini gündeme getirmiş durumda. Fransa açısından da kıtanın jeopolitik-stratejik önemi, özellikle son dönemde Sahel kuşağına yönelik artan ilgisi ve operasyonları ile kendisini gösteriyor.
Aslında Fransa, böylesi bir mücadeleye hazır olduğu mesajını 2011’de Libya operasyonu ile göstermiş bulunuyor. ABD’nin Afrika Ordusu’ndan (AFRICOM) on yıl önce, 1997’de kurduğu “Afrika Ordusu” (RECAMP), Fransa’nın bu hazırlık sürecinin evveliyatını göstermesi açısından oldukça dikkat çekici.
Bir diğer dikkat çekici husus da bundan bir yıl sonra Türkiye’nin dış politikada gerçekleştirdiği iki önemli açılım: Latin Amerika ve Afrika. Ankara’nın yumuşak güç bağlamında bölgede artan etkisi (buna Fransa Afrikası-Sahel kuşağı da dahil) ve bunun bölge güvenliği bağlamında askeri üslerle desteklenmesi, Türkiye’yi Fransa açısından daha öncelikli bir tehdit haline dönüştürmüş vaziyette.
Oysa düne kadar Fransa ve başını ABD’nin çektiği Batı açısından birinci derece tehdit Çin’di. Görünen o ki Türkiye artık Çin’in bir adım önünde. Nitekim şu an Çin’i konuşan yok. Bu husus, hiç kuşkusuz, orta-uzun vadede Batı’yı Çin ile yaşanacak daha şiddetli rekabette/güç mücadelesinde zayıflatacak bir etki yaratacaktır. Özellikle Berlin ve Washington bunun farkındadır.
Her iki başkentin farkında olduğu bir diğer husus da “Berlin Senedi”nden “Pekin Senedi”ne adeta bir zorlamanın olduğu, hatta bir geçiş sürecinin yaşandığıdır.
Muhtemelen bunu (her ne kadar yüksek sesle ifade etmese de) Paris de görmektedir. Dolayısıyla son dönemde Fransa’nın (ve elbette ABD’nin) izlediği politikalar Çin’in bu kıtada daha da güçlenmesinin önünü açmaktadır. Zira Fransa’nın eski/bildik usuller üzerinden (sadece gerekçeler biraz çeşitlendirilerek ve günümüz konjonktürüne uygun hale getirilerek) sömürgelerine dönmeye çalışması, bölgede tüm Batı’ya fatura edilmektedir.
Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Paris başta AB olmak üzere Batılı aktörleri kullanmak suretiyle “Büyük Fransa”yı Afrika-Orta Doğu üzerinden inşa etmek istiyor.
Bunun için de Akdeniz’e yerleşmeye çalışıyor; Cezayir ve Libya başta olmak üzere Kuzey Afrika’ya verdiği önemin altında da bu yatıyor. Fransa bunu Türkiye’yi hedef göstermek suretiyle gerçekleştirmenin peşinde. Macron’un son manda çıkışı da bu tespitimizi fazlasıyla haklı kılıyor. Bu çıkış, aynı zamanda Soğuk Savaş sonrası dönemde Afrika siyasetini sömürge bağlamından çıkartarak yeni bir zemine oturtmaya çalışan Fransa’nın yumuşak güce dayalı politikasının iflas ettiğini de gösteriyor.
Dolayısıyla Fransa en iyi bildiği klasik sömürgecilik anlayışına dönüyor. Sarkozy sonrasında Macron ile eski sömürgeci anlayışa dönen Fransa’nın yeni bir Afrika politikasından bahsetmek mümkün değil.
Yeni politikanın bir göstergesi olarak pazarlanan, 24 mücahidin kafatasının Cezayir’e teslimi, başta Afrika olmak üzere tüm eski sömürgelerine yönelik bir “tarihsel hafıza yenileme” girişiminden başka bir şey ifade etmiyor. Fransa müzelerindeki 18 bin kafatası bu bağlamda sıralarını beklemekte!
MEDYADA NELER OLUYOR?
Olay TV’yi Ekrem İmamoğlu mu satın aldı? Ekrem İmamoğlu'na yakın isimlerden biri olan Çolakoğlu, OLAY TV'yi satın aldı.
Geçtiğimiz yıl kasam ayında yayın hayatına son veren, ünlü iş adamı ve eski devlet bakanı Cavit Çağlar'ın eski sahibi olduğu Olay TV'nin yeni sahibi belli oldu. Olay TV'yi Ekrem İmamoğlu'na yakın isimlerden, Nuri Çolakoğlu satın aldı.
NURİ ÇOLAKOĞLU ÇOK ÖNEMLİ BİR İSİM”
Ekrem İmamoğlu'nun arkasındaki gizli kahramanlardan birisi olduğu, İmamoğlu'nun seçim sürecinde yaptığı medya şovlarının Nuri Çolakoğlu tarafından gerçekleştirildiği belirtiliyor.
Hem televizyon becerisi olan hem de PR, reklam benzeri çalışmalar içerisinde büyük başarılar elde eden Nuri Çolakoğlu, Olay TV’yi satın aldı Çolakoğlu’nun bir televizyon alabilecek gücü var mı? Olay TV’nin satışı çok konuşulacak. Kim aldı Nuri Çolakoğlu nasıl aldı, hangi parayla aldı Ekrem İmamoğlu’nun bu olaya dâhil mi bunu hep birlikte önümüzdeki günlerde öğreneceğiz
ERDOĞAN AKTAŞ, SÖZCÜ TV GENEL YAYIN YÖNETMENI OLDU
Patronu Azerbaycanlı işadamı olan Global TV genel yayın yönetmenliğinden ayrılıp Habertürk TV’ye geçen, burada sadece program yapan, Erdoğan Aktaş, Sözcü TV’ye transfer oldu. RTÜK’ten yayın izni bekleyen Sözcü TV’de Sözcü gazetesinin yazarlarının programlar yapacağı belirtildi.










